Author Topic: İlber Ortaylı ile Tarih Dersleri: Osmanlı’da Tarikatlar  (Read 7862 times)

0 Members and 1 Guest are viewing this topic.

Offline AlperenKIRIM

  • Advanced member
  • *****
  • Posts: 358
Konu: Osmanlı’da tarikatlar
  Konuk: Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tasavvuf   Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi, Prof. Dr. Mustafa Kara
Prof. D.r Mustafa Kara height=153İlber Ortaylı:   Bir vakitler Hindistan’dan kaynaklandığı ve İran noktasında yoğun   olarak tasavvuf hareketlerinin şekillendiği hatta İran edebiyatının en   parlak dönemini tasavvufi düşünceye borçlu olduğu bilindiği halde   bilhassa 16. asırda Safevi hakimiyetinden ve Şii caferiliğin resmen din   olarak ilan edilmesinden sonra İran kıtasında insanların tasavvufi   düşünceyi, hele tarikatları izlemediği görülmüştür.
Tarikatlar Selçuklu ve Osmanlı   Türkiye’sine özgün düşünce ve inanç hareketleridir. Eski devirde, yani   Selçuki devirlerde ve bilhassa Selçuki sonrası, İran ve Anadolu   Beylikler döneminde bilhassa Akkoyunlular ve Karakoyunlular zamanında   birtakım dergahlara ve tasavvufi merkezlere “soyurgal” dediğimiz, bir   nevi vergiden muafiyet beratı verildiği görülürse, ki bu doğrudan   doğruya tarikatların ve dergahların, devletin politikası, asayiş ve   cemiyet düzeninin devamı konusunda bir desteği olduğunu gösterir.
Osmanlı toplumunda dergâh, ulema ve şeyh bir üçgen teşkil eder.   Bunların arasında her zaman bir armoni, bir uyum yoktur ama bir denge   olduğu açıktır. Şurası bir gerçektir, Bursa Osmanlı’nın merkezidir ve   Bursa’da yoğun bir tasavvufi düşünce ve tarikat vardır. Bu tarikatların   başında Buhara’den gelen Emir Sultanı görürüz. Hala bugün bile ziyaret   edilen ve Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında rolü olan din   büyüklerindendir. Aslında Osmanlı ülkesinin adım adım fethinde bir nevi   belgeleme tarikat büyüklerinin, evliyanın mezarları, dergâhlarıyla   kendini göstermektedir.
Şurası bir gerçektir, medrese ve dergâh arasında yani meşayih ve   ulema arasında gerilim de eksik değildir. Nitekim 16. asırda Çivizade   Muhiddin tarikatlara olan düşmanlığıyla tanınır. Hatta o kadar ki,   Kanuni Sultan Süleyman bile onun bu aşırı davranışından dolayı kendisini   şeyhülislamlıktan azletmiştir; başkent müftülüğünden daha doğrusu. Ebu   Suud Efendi’nin tarikatlar konusundaki tutumunu tespit etmek güçtür.   Taraftar mıdır, sempati duyar mı, yoksa karşı mıdır? Herhalde dengeli   hukukçu kişiliğiyle bu gibi problemi büyütmekten çekinmiştir. 17. asırda   bilhassa Vani Mehmet Efendi ki, Haceyi Sultani yani “tuteur imperial”   gibi yüksek rütbeye ulaşan birinin dahi tarikatlar hakkında iyi   fikirleri olmadığı bellidir. İş devam eder gider.
19. asırda ünlü hukukçu, ünlü tarihçi ve hiç şüphesiz ki Osmanlı medreselerinin son   güneşi Ahmet Cevdet Paşa tarikatlar için ne diyordu? Hiç de öyle çok   yüceltici bir tavır yoktur. Hatta burada çağdaş insana bir yaklaşım   vardır.
Bugün bile devir tarikat değil, hakikat devridir diyenler vardır.   Oysa Osmanlı toplumunda tarikat, dergâh ve tasavvufi düşüncenin her   zaman önemli bir rolü olmuştur. İnsanlar oraya devam ederler. 600 bin   nüfuslu İstanbul’da, 300’ü aşkın dergâh olduğunu pekala bazı tarikat,   tekaye mecmualarından biliyoruz. Bunlardan Mehmet Serhan Tahşi bir   tanesini yayınlamıştır. Diğerleri de, hiç şüphesiz ki Mustafa Kara’dır.   Mustafa Kara üstadımızla tarikatlar üzerinde konuşmak istiyoruz. Ve   kendileriyle bugün hem bu üst konudaki yazılmış kitaplar, hem muhtelif   sorunlar, hem Osmanlı toplumunda tarikatin rolü nedir ben umuyorum ki   aydınlatıcı bilgiler elde edebileceğiz.
İlber Ortaylı: Şimdi çok enteresan bir şey.   Bildiğimiz tarihi kayıtlar ve bilgimiz içinde tarikat geleneği   içerisinde, Bursa’da Emir Sultan, Buhara kaynağı Nakşibendiliği’ni, Emir   Sultan hayata hakim olmuş, hükümdara hakim olmuş, I. Bayezid’e. Çok   ilginç bir şey bu. Bu devam ediyor. Bakıyorsunuz bütün hükümdarlar hatta   bizim en sofu bilmemiz gereken II. Bayezid, onun oğlu bütün orta   Şark’ın fatihi Yavuz Sultan Selim Han bile ehli tarik. Padişahlar bir   iki böyle, hem Nakşibendi hem Mevlevi, adeta Şeyh Türlü gibi birkaç   şeyhe bağlı, ki çok normal bir şey bu.
Mustafa Kara: Devlet başkanı için normal bir şey.
İlber Ortaylı: Sonra efendim, şeyler var mesela.   Besleniyor tarikatlar. Dergâhlar besleniyor. Hep devam ediyor bu. Mesela   ben 19. asırda ilginç bir kayıt biliyorum. Ne yaptılar? Üsküdar’daki   bir şeyh vefat etti yerine şeyh tayin etmek için oğlunu buldular. Oğlu   memurdu, genç yaşta emekli tayin ettiler onu padişah iradesiyle. Bunlar   oluyor. Ama öbür taraftan da, bir tarikat ehli Kırım Muharebesi   sırasında bayrak açıp gönüllü topluyor diye yasak ediliyor. O kadar   değil, aslı asker şubesi. Bunlar çok ilginç şeyler. Acaba bunların   üzerinde durabilir miyiz?
Mustafa Kara: Osmanlı Tarihi boyunca Tasavvuf çok   renkli bir alan.
İlber Ortaylı: Evet
Mustafa Kara: Özellikle dervişlerle saray erbabının   ilişkileri de oldukça renkli. İsterseniz, Emir Sultan’la başladınız,   oradan başlayalım. Emir Sultan gerçekten Buhara, Bursa, Bosna hattının   çok merkezi bir yerinde durmaktadır. Tabi Emir Sultan’ın Buharalı oluşu   bir tarafa, Emir Sultan’ın seyyid oluşu da çok önemlidir Osmanlı için.   Dolayısıyla peygamberimizin torunu oluşu ve sadece Buhara ile Bursa   değil, Buhara, Rauza ve Bursa’yı birleştiren bir üçgenin ortasındadır.   Gerçekten Fatih başta olmak üzere birçok Osmanlı Sultanı Emir Sultan   Külliyesi’ne vakıflar bağlamış, maddi imkânlar vermiş ve adeta bu   birinci başkentin gerçekten gönül sultanı olmuş. Daha sonraki   yüzyıllarda ifade buyurduğunuz gibi, dergâhlarla saray arasındaki ilişki   genel hatlarıyla müsbettir. Genel hatlarıyla ilişkiler iyidir ve   sultanlar teknik olarak A tarikatına, B tarikatına mensup bir mürid bir   derviş değildir. Ama devlet başkanı olarak bütün tarikatlara belli bir   yakınlıktan bakan yöneticidirler. Bütün genel olay, bu sultanlara şu   gözle bakılabilir.
İlber Ortaylı: Bektaşiliğin durumu ne oluyor mesela?   O enteresan.
Mustafa Kara: Ama esas olan, devletin özellikle bu   yeniçerilikle çok sıkı fıkı oluşu sebebiyle. Devletin Bektaşilikle   1826’ya kadar büyük bir derdi yok. 1826’da bu yeniçerilerle çok içli   dışlı olduğu için devlet şunu görüyor. Bektaşiliği yasaklamadan   Bektaşiliğin hesabını görmek kolay olmayacak. O kadar iç içedir bunlar.   Dolayısıyla devlet, yeniçerilikle birlikte bektaşiliğin de hesabını   görüyor.
İlber Ortaylı: Yani dergâhın etrafla kurduğu   bağlantı, dedikodu, değerlendirme, kanaat önderleri olmaları çok önemli   tabii.
Mustafa Kara: Özellikle Yeniçerilerle o kadar güçlü   bir bağ kuruyor ki; ama onun dışında devletin çok farklı muamele ettiği   bir tarikat yoktur. Aslında Tanzimat’tan sonra da olmamıştır. Devletin   gidişatına tavır koyanları da her zaman hesaba çekmiştir.
İlber Ortaylı: Tabii, ama onlar da mesela, daha   enteresan bir şey, o da çok çıkmıyor. Demin dediğimiz İsmaili Maşuki   dışında. Yani bir sürü mesela kadızadeliler var değil mi? Üstüvani   onlardan. Bunlar dert hükümetin başına. Fatih Camii Vakası mesela,   Üstüvani takımını sürdüler Kıbrıs’a. Bu gibi şeyler çok görülmüyor.   Demek ki tarikatlar hakikaten Osmanlı toplumunda kendi kabukları içinde   ve siyasete de gerçekten çok katılmıyorlar. Onlardan bekleneni yerine   getiriyorlar.
Mustafa Kara: Yaptıkları iş tabi toplumun ahlak   eğitimi, toplumun…
İlber Ortaylı: Önemli. Herkes geliyor.
Mustafa Kara: İnsanların gönül dünyalarına ufuklar   veriyorlar. Derinlik kazandırıyorlar.
İlber Ortaylı: En azından zapt-ü rabt altına   alıyorlar. Sokaktan insanlar içeride o sayede. Çok enteresan mesela   değil mi? Şurada bir Kont Ostrorog vardı 19. yy’da. Tamamen yani Osmanlı   İmparatorluğu’nun mali kontrolü dolayısıyla burada bulunan beynelmilel   bir uzman. Polonya asıllı. O kadar intibak etti ki o dahi oğlunu Mevlevi   dergâhına götürdü. Çok enteresan, Mevlevi yaptı oğlunu bir yerde.   Herkes yani bütün aristokrasi aynı şeyi yapıyor ama bu bir görünüş   tabii.
Mustafa Kara: Siyasi mekanizma ile, saygıdeğer   Hocam, dergâhlar arasında bu yakınlığın bir başka sebebi de dergahlar   bir kültür merkezi. Yani bu devletin birinci sınıf şairleri bu   dergâhlarda yetişiyor. Bu devletin birinci sınıf bestekârları bu   dergâhlarda yetişiyor.
İlber Ortaylı: Evet.
Mustafa Kara: Bu devletin birinci sınıf hattatları   bu dergâhlarda yetişiyor. Dolayısıyla devletin kültür merkezi olma   hürriyeti de var. Bunlar sıradan bir kurum değildir. Devletin çok önemli   bir damarıdır.
İlber Ortaylı: Geçmişte. 19, 20 artık orda da bir   çöküntü var herhalde.
Mustafa Kara: Şüphesiz. Devletlerin kurumları   kuruluşta nasıl bir coşku yaşarsa…
İlber Ortaylı: Yani mesela bir tipi var, bir şeyh   tipi var. Bu böyle, zaman zaman deli dolu çıkan, tok sözlü çıkan devlet   büyüklerini bile zemmeden icabında veya
Mustafa Kara: Muhalif tipler var.
İlber Ortaylı: Ama öbür tarafta da gerçek bir   mualleme değil bu. Hani anlatır ya Abdülbaki Gölpınarlı Hoca kendi   kitabında. Abdüllah-i Berki Hazretlerini Adile Sultan görüyor. Adile   Sultan’ın kişiliği mühim çünkü II. Mahmut’un en büyük çocuğu. Yani sık   sık Abdülmecit ve Abdülaziz’e dahi, en uzun o yaşadı, erkek olsaydım ben   padişah olacaktım. Ama çok kültürlü, dil bilen…
Mustafa Kara: Divan sahibi
İlber Ortaylı: Çok iyi şaire, mûsikîden anlıyor.   Kandilli Kız Lisesi de bugün biliyorsunuz aslında onun sarayı. En önemli   prenses sarayı da o. O, intisab etmek istedi Şeyh’e gittiği zaman böyle   mutantan bir şekilde saray arabasıyla, halayıklarıyla kabul edilmedi.   Ne zamanki bunu anladı, basit bir halk kadını kıyafetiyle feracesini   kuşanıp gitti. Kapılardan karşılandı ve Şeyh Efendi ne dedi kendisine:   “Adile Sultan olarak giremezsin buraya, Adile Hanım olursan kapılarda   karşılarız.” Çok önemli, böyle bir çıkış yapıyor. Bu tabi kimseyi çok   rahatsız etmez. Siyasi bir ayaklanma değil, saraya karşı bir tavır   değil. Halkın dilinde kulaktan kulağa bugüne kadar gelmiş.
Mustafa Kara: Adile Sultan saraya mensup olup divanı   olan tek kadın. Divanında bizim tasavvuf kültürüyle ilgili çok ilginç   bir şey yapıyor Hocam. Diğer tekke şairlerinde bu yoktur. 12 büyük   tarikat var. 12 büyük tarikatın pirlerine ayrı ayrı şiirler yazıyor.   Gerçekten tasavvuf kültürüyle iç içe olan bir kadın.
İlber Ortaylı: Hanedanın büyük halası. Fevkalade   marifetli biri. Yani 19. asırdaki prenses tipini de o çizdi tabi. Hem   alaturka kültür var, hem alafranga kültür var. Hem emansipe, yani   kişilik var. Çünkü yaşayan padişahların, Sultan Murat, Sultan   Abdülhamit, Sultan Reşat ve Sultan Vahdettin’in nesi oluyor, halası, her   iki taraftan da halası. Bunların bazılarının saltanatını göremedi ama   her ikisinin de halasıydı.
Mustafa Kara: Dolayısıyla Hocam, bu tip insanlarla,   saray ehliyle dergâh mensupları arasında bir sevgi, muhabbet bağı   oluşuyor.
İlber Ortaylı: Şeyi düşünüyorum. Genç Sultan Ahmet,   I.Ahmet, kaç yaşında öldü, 23 yaşında öldü. Adam akıllı genç, bugün   Amerikalıların teenager dediği yani şabb-ı emred yaşta, genç de bir şeyi   var bunun, sevdiği, Kösem Sultan. En mutlu dönemleri. Devamlı karşıda   Üsküdar’dalar. Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri’ni ziyaret ediyorlar. Ve   orada tabi bir nasihat, bir telkin alıyorlar. Siz o dergâhın kazandığı   otoriteyi düşünün etrafta. Çok tabi bu bir görünüm. Zannediyorum orta   şark tarihinde, bütün İslam tarihinde bunun benzeri manzara az. İstisnai   olarak bazı hükümdarların var böyle yaklaşımı; Hindde falan, Humayun’un   falan. Osmanlı’da da bu müesseseleşmiş. Hepsi yapıyor bunu.
Mustafa Kara: Ve bir de altı asra yayılması var.   Babür Şah da da var bu. Fakat ömürleri kısa. Fakat Osmanlı …
İlber Ortaylı: Babür Şah’ın yok böyle tasavvufla   bağı.
Mustafa Kara: Bir muhabbeti var. Mesela Ubeydullah   Ahrar’ın bir kitabını tercüme ediyor. Osmanlılar da bu altı asır oluşu   istisnai’dir. Ve bu altı asır boyunca, Şeyh Edeb Ali’den Vahdettin’e   kadar bütün padişahların böyle bir muhabbeti var. Bu, toplumun tasavvuf   kültürü, vazgeçilmez bir kültürüdür çünkü ilim, irfan ve sanatı temsil   ediyor aynı zamanda.
İlber Ortaylı: Aynı zamanda itidal cemiyette, itidal   çok önemli, o sağlanıyor.
İlber Ortaylı: Şimdi biz geldik 19. asıra.   Bektaşilik telvin edildi. Ama yeniden dirildi tabi. Nakşibendilik var.   Hükümete çok yakın. Kayyum durumda adeta. Mevlevilik hep devam ediyor, o   böyle bir entelektüel tarikat adeta. Onun devamı enteresan. Ecnebilerin   bile hayran olduğu ve zaten yapı itibariyle gayrimüslim muhibler de   var, dervişler de var.
Mustafa Kara: Bektaşilik’te de var.
İlber Ortaylı: Bektaşilikte zaten var. Bunlarda   böyle bir ecnebi çekme hassası var. Hatırlıyorum, İsveç’in son zaman   elçilerinden birisi kendi çok anlattığı için söylüyorum, Erik Cornell,   Hacıbektaş’ta Pîr Evi’ne gitti. Çilehaneye çıktı. Onu derhal orada   benimsediler. O da ondan sonra hayran oldu o takıma. Adeta bir causa   honoris üye gibi oldu.
Mustafa Kara: Gönül işi diyorlar ya..
İlber Ortaylı: Bu ne kadar böyle kolay, sarıyor   insanları. Ve çok tuhaf. Ondan sonra, en ilginç tarafı, o dergâhlarda   kimin neyi ne kadar aldığı, tasavvufi düşünceyi benimsediği de mühim   değil. Kimi neyzen oluyor, kimi neyzeni dinliyor. Kimi hattat veya   müzehhip oluyor ve yahut onları seyrediyor. Sanata ilgi duymayı   öğreniyor. Belli ki, İstanbul halkı, Bursa halkı devam etmiş gitmiş.
Şimdi ikinci bir safhaya geldik. O çok önemli. 15. asırda iki tane   fütuhat var Balkanlar’da. Bosna ve Arnavutluk. Bu Arnavutluk süratle,   Bosna daha yavaş, İslamlaştı. Yüzde yüz değil tabi. Şimdi burada   baktığınız zaman, Bosna’da Bektaşilik yok. Kim geliyor, Kadiri geliyor.   Kim geliyor, Mevlevi tabi başta. Nakşî de var, Halvetî de var. Şimdi   Kırım’a bakıyorsun, Osmanlı ülkesiyle 13. asırdan itibaren zaten   İslamlaşma da oluyor Selçukiler devrinde. Yalnız Memlukların da etkisi   var ordaki İslamlaşma’da. Buna rağmen, orada tarikatlar deyince mesela   Bektaşiliği görmüyoruz. Kadirilik görüyoruz. Mevlevilik görüyoruz. Biraz   değil asıl Mevlevilik. Ve Nakşilik bile var. Bu niye böyle? Niye mesala   Arnavutluk’ta bir sürü Bektaşi var. Niçin 17.asırda Girit alınmış bir   sürü Bektaşi ve Alevi dedesi var. İkisi biraz farklıdır.
Mustafa Kara: Evet ton farkı var.
İlber Ortaylı: Niye orda onlar var da, mesela   Mevleviliği ta 19.asırda Sultan Abdülhamit Aydın Mevlevihanesi’ni   görevlendirmiş. Böylelikle Kandiya’da kurulmuş bu ilk dergâh. Niye öyle,   bunun bilmek lazım.
Mustafa Kara: Şöyle bir durum var Hocam. Bu sadece   Osmanlılar’a has bir şey değil. Tarikatların tarihleri farklı olduğu   gibi coğrafyaları da farklı oluyor. Yani bizim Osmanlı’da mesela çok   yaygın olan bir tarikat, Türkistan’da olmuyor. Mesela Kuzey Afrika’nın   en yaygın tarikatı Şazeviye tarikatıdır. Osmanlı’da yok.
İlber Ortaylı: Evet. Ticanilik yahut. Bize çok geç   geldi. Ama ticanilik benim bildiğim 19.yy’ da bile yok Türkiye’de. 20.   asırda Dr. Pilavoğlu getiriyor ilk defa.
Mustafa Kara: Mevlana Celaleddin-i Rumi biliyorsunuz   Afganistanlı’dır ama Afganistan’da Mevlevilik yoktur.
İlber Ortaylı: Ama zaten o zaman böyle bir şey   kurulamaz ki. Oğluyla çıktı bu değil mi?
Mustafa Kara: Çıktı da..
İlber Ortaylı: Kendi de tutunamadı.
Mustafa Kara: Konya’dan yayıldı ya Bosna’ya gidiyor   ama Afganistan’a gidemiyor. Niçin? Burada enteresan manevi şeyler var,   sebepler var. İnsanların fıtratlarıyla ilgili, bu tarikat mensuplarının   gayretleriyle ilgili, çok sebepli bir şey. İnsan psikolojisiyle ilgili.
İlber Ortaylı: Evet mesela mederesenin tutulması   lazım.
Mustafa Kara: O da sebeplerden biri olabilir. Mesela   bir toplumda medrese kültürü çok güçlü ise, orada Bektaşilerin mesela   yaygınlaşması tutulması zordur. Nitekim devlet 1826’da Bektaşiliği   yasakladığı zaman, Bektaşi tekkelerini Nakşibendilere verdi.
İlber Ortaylı: Onların kayyumluğuna verdi.
Mustafa Kara: Onlara devretti ki onların tesiri   azalsın diye.
İlber Ortaylı: Ne oldu azaldı mı? Yok.
Mustafa Kara: Bir müddet. 20- 30 sene sonra tekrar,   aynı şey yeniden devam etti.
İlber Ortaylı: Şimdi ortada büyük bir sorun var.   Medrese, yani ulema, ve dergâh, yani meşayih ve dervişân arasındaki   gerilim. Bunlar böyle çok hazır lop genellemeler. İstisnası olmaz olur   mu. Bir sürü müderris var ki birinci sınıf mutasavvuf. Hatta öyle   müderrisan var ki şeyh. Sonra diyoruz ki Bektaşiler, Nakşiler,   Mevleviler öyleleri var ki Şeyh Türlüt deniyor, değil mi, hem   Bektaşiperest hem Mevlevi. Bugün de böyle. Bir bakıyorsunuz   cerrahiyeden. Yani buna müsait bu ortam. Bu mecz edilebiliyor. Bunda bir   ayıp yok. Bu bir oportünizm değil. Öyle ulema üyesi var ki ilmiye   sınıfından, son derece hoş mutsavvuflar bunlar veya ilmiyeden ama   tekkelerin o kadar da aleyhinde değiller. Tasavvufi düşünceyse, örneğin   Cevdet Paşa tipik örneği. Alakası olmadığı belli ama yaşayış itibariyla   katiyen öyle karşı da değil. Taraftar olanı da çok tabi. Şimdi bunu   anlamak lazım. Bu çok önemli bir şey. Ve 19 yy.’da modernist dediğimiz   bir İslam var. Hukuka dayalı. İçtihatlara, içtihatlar arasındaki   birleştirmelere, Cevdet Paşa onların başında gelir. Ve yeni bir hayatı,   modern bir dünyayı buna göre oturtan ve yorumlayan bunlar dışında. Bir   de böyle İttihatçılar gibi, böyle Melamilik, Bektaşilik, Mevleviliğe   hayran Muhibban diye gazete çıkaran, ama bir yandan da anayasacılık,   “franc-maçonnerie” üyesi olan böyle bir karmaşa. Değişen medrese var,   kendini dünyaya uyduran tarikat ve dergâhlar var ve çökeni var. Ne   diyorsunuz bu çökmeye?
Mustafa Kara: Bu çökmeye isterseniz sonra gelelim.   Önce bu farklı anlayışlara bir temas etmemiz gerekiyor saygıdeğer Hocam,   bendeniz bu medrese anlayışıyla   tekke anlayışını şöyle anlıyorum. Bütün toplumlar için böyle aslında,   sadece İslam toplumları için değil. Bütün toplumlar kendi mukaddes   metinlerini farklı algılıyor. Bu, insanın fıtratıyla ilgili. Herkes   kendi mukaddes metnini bazen çok mistik bir şekilde yorumluyor. Bazen   ise çok rasyonel bir şekilde yorumluyor. Bu, İslam kültürü için de söz   konusudur ve tasavvuf işte Kuran’ı, İslam’ın klasik metinlerini mistik   yorumlara tâbi tutarak kendine bir yol bulan bir anlayış. Medrese ise   daha rasyonel, daha farklı açılardan bakan bir yolu tercih ediyor,   dolayısıyla orada bir çatışma vardır doğrudur. Sizin de ifade   buyurduğunuz gibi çok genel bir çatışma değildir. Yani müderrislerin   büyük bir kısmı Cevdet Paşa gibi tasavvufa hürmetkârdır, kendisi bir   derviş değilse bile. Dervişlerin, mutasavvufların bir kısmı da medreseyi   bitirmiş, işte Aziz Mahmut Hüdayi gibi, o dönemin kadısı olmuş…
İlber Ortaylı: Veyahut son dönemde Bayezit   Kütüphanesi’nin müdürü İsmail Sait Efendi gibi.
Mustafa Kara: İsmail Sencer gibi.. Yani bunlara biz   bu iki ilmi biraraya getiren büyük şahsiyetler..
İlber Ortaylı: Yani şeriat ve tarikat veya ilim ve   irfan…
Mustafa Kara: Hepsini mecz ediyor. Şimdi çöküşe   gelirsek. Çöküşte aslında Tanzimat döneminde olsun, özellikle II.   Meşrutiyet döneminde olsun, 1909-1919 arasında çok ciddi bir tartışma   vardır Osmanlı kroniklerinde. Soru şu: Tekkeleri ne yapacağız?   Dergâhları ne yapacağız? Tasavvufi hayat ne olacak?
  Bütün mecmuaların ana konularından biri budur. Buna değişik cevaplar   veriliyor ama tabi ki Suficiler biraz farklı cevap veriyor, Türkçüler,   Batıcılar, İslamcılar… Fakat hepsinin ortak bir kanaati var. Sufiler   dahil hepsi şunu söylüyorlar: Tekkelerde bir çöküş var, gelin bunun   sebeplerine bakalım ve çarelerini bulalım. Bu konuda hepsi ittifak   halinde, bunu itiraf ediyorlar. Ve çöküşün sebeplerini de tartışıyorlar   gayet tabi. Öne hangisi çıkıyor? Birçok sebep var. Sufiler’de dahil,   hepsinde öne çıkan birinci sebep saygıdeğer hocam, tekke şeyhi olan   insanların yetersizliği. Buradan meşhur terim ortaya çıkıyor, “beşik   şeyhliği”. Hani beşik ulemalığı var ya, bu, bir dönem sonra beşik   şeyhliği diye bir terimle de bizi karşılaştırıyor. Yani Şeyh Efendi   ölüyor, yerine kim geçecek?
İlber Ortaylı: Demin verdiğim örnek oğlu mutalaka.
Mustafa Kara: Evet tabi..
İlber Ortaylı: Ama insanı hayrete ve hayranlığa   düşürenler de var. İşte Hüseyin Fahrettin Dede. Sadettin Arel gibi, Rauf   Yekta gibi insanları çekmiş. Mûsikî bilgisi, Batı mûsikîsini de öyle   biliyor ki, zaten onlar Almanca, Fransızca biliyor. Çünkü solfej ve   mûsikî ilmini takip etmenin başka ölçüsü yok. Yani mesela şeyhlerden   değildir ama ulemadan Elmalılı Ahmet Efendi Fransızca’yı kendi fevkalade   iyi öğrenmiştir. Cevdet Paşa öyleydi…
Mustafa Kara: Bir dönem en enteresan Osmanlı son   dönemde büyük insanlar var. Hem mederese ilimlerinde, hem tasavvuf   ilimlerinde hem de sanatta. Muhammed Hamdi Yazır aynı zamanda hattatmış.
İlber Ortaylı: Ben Ahmet Hamdi Yazır dedim galiba   özür dilerim.
Mustafa Kara: Aynı zamanda şair hocam. Bütün   ilahiyatçılar şunda ittifak, 20. yüzyılın en büyük müfessiri.
İlber Ortaylı: Dirayet tefsiri yapıyor. Yeni bir   yoldur.
Mustafa Kara: Osmanlıların bu çöküş asrına rağmen,   Osmanlının son dönemlerinde çok güçlü kafalar yetişti.
İlber Ortaylı: Tabi medreselerin bir kısmı çöktü,   bir kısmı yeni. Böyle şeyler var. Hukuk takımı kendini başka türlü,   muhakkak ki ayrı bir fasıl tartışmak için ilerde. Onun üzerinde   duracağız herhalde.
Türkiye yaşayan bir toplum. Devamlı kendisini yenilemeyi biliyor.   Eskiyen şeyi değiştirmeyi biliyor. Devam ediyor tarih yolunda.
Mustafa Kara: Tarihi tecrübesi var.
İlber Ortaylı: Yani düşünce ve inanç dünyası da   bunun pek dışında değil. Öyle olduğu anlaşılıyor.

 

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42