Ya da [Parentez-27] ve [Giritliler-18]. Ya da [Türkleşme patikaları-3]. Sırf Anadolu’da 11. yüzyılda mevcut yerli (çoğu Ortodoks Kilisesine mensup ve Rumca konuşan) nüfusun ihtidası değil, en az onun kadar önemli bir diğer ihtida süreci.
Neresinden bakarsanız bakın, bugünkü Yunan, Bulgar, Sırp, Romen, Sloven, Makedon, Boşnak, Arnavut, Hırvat ve Karadağ arazisinin tamamı ile Macaristan’ın önemli bir bölümü, yerine göre iki-üç yüzyıl, yerine göre dört veya hattâ beş yüz küsur yıl Osmanlı egemenliğinde kaldı. Fetih sırasında bütün nüfus Hıristiyandı. Gelgelelim, Osmanlı yenilir ve geri çekilirken, buralardan insan selleri aktı İmparatorluğun küçülen topraklarına. 18. yüzyılda azar azar başlayan kaçış, Sırp ve Yunan devrimleri, Bulgar ayaklanması ve 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı, sonra 1912-13 Balkan Savaşlarıyla birlikte, muazzam bir göç dalgasına dönüştü. Üstüne Lozan’ın Türk-Yunan nüfus mübadelesi bindi. Milyonlarca insan doğduğu topraklara elvedâ dedi. “Türkiye”ye dönüşen çekirdeğe, kaybedilen dış halkadan en az birkaç milyon Müslüman-Türk girdi.
Kırım veya Kafkasya’dan gelenlere değil, sırf Rumeli muhacirlerine bakalım. Kimdi bu Müslüman Türkler ? Başından beri mi Türk ve Müslümandılar ? İstisnasız hepsi mi öyleydi ? Çoğu kişi buna inanmak isteyebilir, kuşkusuz – “hayır, nisbeten geç bir tarihte İslâmiyeti kabul etmiş değiliz, dolayısıyla atalarımız arasında hiç Hıristiyan yoktur [= “gâvur dölü” değiliz]; biz özbeöz Türküz; Türk oğlu Türk, Müslüman oğlu Müslümanız” diyebilmek uğruna (bu dizide, bkz 29 Temmuz : Bizim Mayflower’ımız; 31 Temmuz : İtalyanlık olasılığım; 9 Eylül : İhtida ve Türklük). Ama kusura bakmayın, tarihçilik açısından bunu kabul etmek çok zor.
Zor, çünkü birincisi, fethedilen eyaletlere Anadolu’dan o kadar çok sayıda insanın gitmiş olması mümkün değil. Tabii ki askerî sınıftan, akıncı ve sipahilerden, “Yörük taifesi”nden oralarda yerleşenler var. “Evlâd-ı fâtihân” var. Barkan’ın “bir iskân ve kolonizasyon metodu” olarak dikkat çektiği “vakıf ve temlikler” ve “kolonizatör dervişler” (1942): gene “bir iskân ve kolonizasyon metodu olarak sürgünler” (1949-50) ve “Rumeli’nin iskânı için yapılan sürgünler” var (1953-54). Ama sırf bunlarla, Güneydoğu Avrupa’da o kadar büyük bir Türk-Müslüman nüfus kitlesi oluşamazdı.
Zor, çünkü ikincisi, bu kadar geniş bir alanda, bu kadar kalabalık bir yerli nüfus temelinde, bu kadar uzun yüzyıllar boyu, ihtida (din değiştirme; Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçiş) süreç ve mekanizmalarının işlememiş olması olanaksız. Ve ilginçtir; Türk tarihçiliği değil ama Balkanların milliyetçi tarihçilikleri, bunun tam tersini, yani ihtidanın ne kadar yaygın olduğunu vurguluyor. Bunun için özel nedenleri var, kuşkusuz; Osmanlıların yerli halka “zorla” din değiştirttiğini öne sürüyorlar (forced conversion). Bu da, hâlâ mevcut Türk azınlık gruplarını “aslen Yunanlı” veya “aslen Bulgar” saymalarını sağlıyor (Bulgaristan’ın komünist döneminin sonlarında yaşanan “isim değiştirtme” çılgınlığının bu teoriye dayandığını unutmayalım).
“Türkofobik” temelleriyle birlikte daha çok 19. yüzyıla özgü bu iddia, çağdaş tarihçilikte pek rağbet bulmasa da, yatağanını boğazına dayayıp “kelime-i şahadet getirmezsen bittin” demeye varmaksızın, günlük hayatın akışı içinde Hıristiyanları İslâmiyete geçmeye dürten bir yığın başka neden de söz konusuydu : ünlü “Osmanlı hoşgörü”sünün son tahlilde bir çeşit “ayırımcı hoşgörü” (discriminatory tolerance) olması; gayrimüslimlerin asla Müslümanlarla eşit sayılmaması; vergi sorunları (örn. cizyeden kurtulmak): kendini saltanata, hanedana, elite daha yakın hissetmek; kilisesinde herhangi bir tamirat yaptırabilmek için, İstanbul’un iznine tâbi olmak.
Ya da, belki iş oraya gelmeden çok önce, daha ilk anda ibadet yerlerinin tahribi veya camiye çevrilmesine tanık olmak (ki bunun zıddı camilerin kiliseye çevrilmesidir). Marc Baer, tam da “Osmanlı Avrupa’sında Fetih ve İhtida”yı inceleyen doktora tezinde (Honored by the Glory of Islam, Oxford 2008), bu açıdan bizatihî fetih ânının travmatik etkisini IV. (Avcı) Mehmed döneminin (a) Girit ve (b) Lehistan (Kamaniçe-Podolsky) seferleriyle örneklemiş. 1669’da Kandiye (İraklion) düştüğünde, toplam 88 kilise ve birçok manastırın cami yapılması; bunun da etkisiyle büyük bir ihtida cereyanının başlamasını, doğrudan doğruya Osmanlı tarihleri (Silâhdar, Defterdar, Hasan Ağa, Kâtip Çelebi) aracılığıyla izliyoruz.
Neymiş; ABD’de doğru dürüst Osmanlı tarihi çalışıl(a)mazmış ! Unutmuyorum, bir taşra cehaleti ve darkafalılığının bu yalan ve iftiralarını. Neyse. Benim Giritlilerimin öyküsü gerçekten “Karaman ovasında bir sipahi”yle mi başlıyor ? Yoksa, ilk zaptedilen iç bölgeler gibi Kandiye’nin de geçirdiği bu büyük“dinî coğrafya değişimi”yle mi ? Öyleyse, ebaanced Türk ve Müslüman oldukları söylencesini hemen mi yarattılar, sonraki yüzyıllarda mı, yoksa (tehlike karşısında kendini güvenceye almak için) göç kapıya dayandığında mı ?
Bilemiyorum. Fethiye Çetin’in Anneannem ve Torunlar’ı misali : acaba kaç yüz aile, kaç bin kişi var böyle, mühtedi ve muhacir ?