RUMELİ
Osmanlıların Balkan yarımadasına verdikleri coğrafi isim, aynı zamanda bu bölgeyi içine alan Osmanlı eyâletinin adı. Bizanslılar kendilerine romaioi ve ülkelerine Romania diyorlardı. Bu suretle islâm dünyası da bizanslıları Rum ve şarkî Roma imparatorluğu ülkesini Bilâd al-Rum veya Mamlakat al~Rum diye tanıyordu. Anadolu türk-islâm hâkimiyeti altına geçtikten sonra, Rum ismi vaktiyle Bizans idaresinde bulunmuş Anadolu'yu gösteren bir coğrafî isim olarak yaşamıştır; fakat garplı seyyahlar XIII. asırda türkler idaresindeki Anadolu'ya Turquemenie veya Turquie ve Bizans imparatorluğuna tabî yerlere Romanie veya Romania diyorlardı. Nihayet bu tâbir daha ziyâde ortodoks yunan mezhebinin hâkim bulunduğu Balkan yarımadasını göstermeğe başladı.
Osmanlı türkleri Balkanlar için Rum-ili adını yunanlıların Romania ' sından aldılar ve onu Anadolu'ya karşı denizin ötesinde bizanslılardan fethettikleri bölgeler için kullanmağa başladılar. Yalnız Rum adı ise, eski mânasını muhafaza ederek, küçük Asya'da Selçukluların hâkim oldukları yerleri gösteren coğrafî bir isim olarak kaldı (P. Wittek, Le Sultan de Rûm.l'Annaaire de l'înstitut de Philo. et d'Hist Orientales et Slaves, 1938, VI).
Bizans imparatoru İustiniaus I. zamanında imparatorluğun şimal hudutları Tuna ve Drava ırmakları idi. Osmanlı sultanları da Bayezid I'den itibaren Tuna nehri cenubunda uzayan yarım-adayı kendi hâkimiyet sahaları olarak düşünmüşler ve Ege denizi adalarını ( Agriboz, Midilli, Rodos) aynı coğrafî—siyâsî hudutlar içine sokmuşlardır. Murad II. Macaristan ile 1444'te yaptığı andlaşmada Macarların Tuna'yi aşmayacağına dâir söz alırken, açıkça bu geleneği takip etmekte idi ( bk. H. inalc
Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'daki eski toprakları. Sözcük anlamı “Rum ülkesi“dır; Rum terimi Bizans anlamında Roma'yı karşılamaktadır. Balkanlar'ın Osmanlılarca fethi 14. yüzyılda başladı. Bu amaçla bölgeye “ahiyan-ı Rum”, “gaziyan-ı Rum” adı verilen akıncı toplulukları geçirildi. Gelibolu Yarımadası ve iskeleleri, bölgenin fethi ve Türklerin iskânı için elverişli bir üs alanı durumuna getirildi. Daha sonra geleneksel “kol”lar oluşturularak üç cepheden fetihler genişletildi. 1370'lere değin bu “korlardan ilki Tekfurdağı (Tekirdağ)-İstanbul arasındaki Marmara kıyı kesimini, ikincisi Malkara'dan Edirne'ye uzanan kara bölgesini, üçüncüsüde İpsala-Karaferya boyunca Meriç Vadisini izledi. Kollar Rumeli Eyaleti'nin kurulmasından sonra daha da güçlendirilmiş olarak fetihlerini Tırhala-Usküp, Çirmen-Zagra-Filibe,Yanbolu-Karinova-Pravadi yönlerinde genişlettiler. Üçüncü aşamada da Tırnova-Niğbolu, Sofya-Niş, Germehisar-Avlonya toprakları alındı. Bu yayılmayla birlikte Anadolu'dan getirilerek kent ve kasabalara yerleştirilen Türkmenler, Rumeli'nin etnik yapısıyla toplumsal, dinsel ve kültürel dokusunu değiştirecek bir yoğunluğa ulaştı. Bu göçmenlerle yerli halk arasında başlangıçta bazı uyuşmazlıklar ortaya çıktıysa da kısa sürede güven verici bir barış ortamı sağlandı. Fetret Devri (1402-13) sırasında Rumeli yeni bir göç dalgasına sahne oldu. II. Murad (hd 1421-44, 1446-51) ve II. Mehmed (Fatih) (hd 1444-46, 1451-81) Rumeli'yi Türklerin çoğunlukta ya da öbür etnik topluluklarla eşit düzeyde olduğu güvenlikli bir bölge durumuna getirerek daha batıya yönelik fetihlere giriştiler. Bu dönemde bölgenin başlıca Osmanlı merkezleri Edirne , Filibe, Sofya, Serez, Üsküp ( Skopje ), Manastır, Silistre, Tırhala ve Yenişehir'di (Lârisa). Rumeli'nin yerli halkının büyük bölümü Müslümanlaşırken, iskân, tımar, yaylak ye kışlak, vergilendirme, devşirme vb konularda da kalıcı düzenlemeler yapıldı. Bütün tarım alanları mirî arazi,olarak yazıldı ve Anadolu'daki gibi tımar sistemi kondu. Yerel halktan eski inançlarını koruyan ve gayri müslim olarak adlandırılan kesimlere de bazı haklar tanındı. Evlad-ı fatihan denen ayrıcalıklı Türk aileleri, mürtezika sınıfı, voynuklar, yund oğlanları, müsellemler, yörükler ve akıncılar Rumeli'ye özgü Osmanlı örgütleri olarak 17, yüzyıla değin varlıklarını korudular: Osmanlı yönetiminin Rumeli'de kurmayı başardığı etkili düzen ve denetim, 15. ve 16. yüzyıllar boyunca Avrupa topraklarındaki ilerleyişin başlıca dayanağı oldu. Osmanlı Devleti'nin 1683'teki Viyana bozgunundan sonra hızlanan geri çekilişinde, Rumeli'deki sağlıklı toplumsal yapının bozulması da önemli rol oynadı. Merkezî yönetimin zamanında köklü önlemler alamaması ve gerekli iyileştirmeleri ertelemesi nedeniyle, Rumeli 18. yüzyılda yerli ayanın egemenliğine girdi. Tımar sistemi bozulurken “dağlı eşkıyası” denen kalabalık çeteler bölge güvenliğini sarstı. Bu elverişsiz ortam, Avrupa'daki özgürlük ve milliyetçilik akımlarıyla aynı döneme rastlayınca Rumeli'de ayrılıkçı eğilimler ön plana çıktı. Panslavizm politikasına öncülük eden Rusya, Rumeli'de Slavlaştırmaya büyük bir ağırlık verdi. Yükselen bağımsızlık ve yarı bağımsızlık talepleriyle artan şiddet olayları ve iç savaşlar, bölgedeki Müslüman Türklerin Anadolu'ya göçlerini hızlandırdı ve nüfus dengeleri tersine döndü.
Rumeli'nin sık sık değişikliğe uğrayan yönetsel bölünümü 1864'ten başlayarak vilayet adı altında yeniden düzenlendi. Tuna vilayetinden sonra 1867'de Yanya ve Selanik vilayetleri oluşturuldu. Berlin Antlaşması (1878) uyarınca Tuna vilayeti Bulgaristan Prensliği'ne dönüştürüldü, ayrıca özerk Rumeli-i Şarki vilayeti oluşturuldu. Rumeli'nin batı kesimi ise Edirne , Selanik ve Manastır vilayetlerine ayrıldı. Bulgaristan 1885'te Rumeli-i Şarki'yi ilhak etti. Bükreş Antlaşması'yla (1913) Manastır Sırbistan'a, Selanik ise Yunanistan'a bırakıldı. Osmanlı Devleti'nin elinde yalnızca Edirne kaldı.
Osmanlıların 15. ve 16. yüzyıllarda Rumeli'de topladığı devşirme Hıristiyan çocukları, Osmanlı ordusunda ve devlet yönetiminde üst düzeyde görev aldılar. Rumeli, Osmanlı Müslüman kültürünün de bir merkezi durumuna geldi. Bu kültür Üsküp, İstip, Prizren, Priştina, Manastır ve Edirne' deki medreselerde ve camilerde gelişip serpildi. İslam tarikatları Bulgaristan, Arnavutluk ve Bosna-Hersek'te geniş bir yandaş kitlesi buldu.
Osmanlı imparatorluğunun Avrupa'daki topraklarına verilen ad.
ık, Fâtih devri I, Ankara, 1954, s. 22).
Balkanlar'da merkezi Sofya olan osmanlı eyaleti. Rumeli eyaletinin kuruluşu Balkanlar'ın Osmanlılar tarafından ele geçirilmesiyle yakından ilgilidir. Rumeli'de ilk ele geçen yer Gelibolu, oldu (1352). Orhan Bey, oğlu Süleyman Payaşı beylerbeyi tayin etti. Murad I Edirne'nin alınmasından sonra Lala Şahin Paşayı Rumeli beylerbeyi yaptı. Edirne de Rumeli beylerbeyliğinin ilk merkezi oldu.
Balkanlar'da yeni ülkeler ele geçirildikçe Rumeli beylerbeyliğinin sınırları da genişledi. Tuna nehrinin güneyindeki topraklarla, Bayezid II zamanında alınan Kili ve Akkerman bu beylerbeyliğe bağlandı.
Rumeli eyaleti Rumeli beylerbeyleri tarafından idare edilirdi. Rumeli beylerbeyleri mevki bakımından diğer beylerbeylerden daha yüksekti. Rumeli beylerbeyleri paşa unvanını taşırlar; divanın üyesi sayılırlardı. İstanbul'da bulundukları zaman divan toplantılarına katılırlardı. Bu öneminden dolayı Fatih devrinde sadrazam Mahmud Paşa, Kanunî zamanında sadrazam İbrahim Paşa Rumeli beylerbeyliğini üstlerine aldılar. Rumeli eyaleti 10 187 “kılıç”tı. Bunun 1 087'si zeamet, geriye kalanı tımardı. Bunlar savaş zamanında cebelüleriyle beraber 35 000 kişilik bir kuvvet teşkil ederlerdi. Ayrıca eyaletten 11560 yörük ve müsellem, 10 000 akıncı kuvveti çıkardı. Rumeli eyaletinin sancakları zaman zaman değişikliğe uğradı. Kanunî'nin ilk zamanlarında Paşa, Bosna, Mora, Semendre, Vidin, Hersek, Silistre, Ohri, Avlonya, İskenderiye (Işkodra), Yanya, Gelibolu, Köstendil, Niğbolu, Sofya, İnebahtı, Tırhala, Alacahisar, Vulçetrin, Kefe, Prizren, Karli, Eğriboz, Çirmen, Vize, Izvornik, Florina, llbasan, Midilli, Karadağ sancaklarından meydana geliyordu. Ayrıca çingene, müsellem ve voynuk gibi Rumeli'nin çeşitli yerlerinde oturan topluluklar da bir sancakbeyinin idaresine konulmuş ve bu sancakbeyleri Rumeli beylerbeyliğine bağlanmıştı. Koçi Beyin sultan İbrahim'e verdiği risalede ise (1640) Rumeli eyaleti Köstendil, Mora, İskenderiye (Işkodra), Tırhala, Yanya, Ohri, Dukakin, Silistre, Niğbolu, Vidin, Avlonya, Elbasan, Delvine, Üsküp, Selanik, Vize, Kırkkilise, Çirmen, Alacahisar, Prizren, Vulçetrin, Bender, Akkerman sancaklarından meydana geliyordu. XVII.yy.da Mora, Rumeli eyaletinden ayrılarak ayrı bir eyalet oldu. XIX. yy.da Rumeli eyaleti, idarî bakımdan birçok değişikliğe uğradı. Üsküp, Yanya, Bosna, Selanik Rumeli eyaletinden ayrıldı; her biri ayrı birer eyalet oldu. Asıl Rumeli eyaleti ise Işkodra, Ohri, Kesriye sancaklarından ibaret olarak kaldı. 1864'te ilk vilâyet teşkilâtı kurulduğu zaman Rumeli eyaleti yukarıdaki üç sancaktan ibaretti. 1864'te Rusçuk, Tolçu, Vidin, Sofya, Tırnova, Niş ve Varna'dan meydana gelen Tuna vilâyeti kuruldu; daha sonra İşkodra ve Edirne de birer vilâyet olunca Rumeli eyaleti ortadan kalkmış oldu.
Osmanlı devletinde bir eyâlet ve Türklerce Balkan yarımadası, daha doğru bir deyimle Türk egemenliğine giren bütün Güney-doğu Avrupa topraklarına verilen ad. Bu ad Rum kelimesinden gelmektedir. Osmanlı Türkleri'nin Anadolu'da karşılaş tıkları ilk yabancı devlet ve kavim Bizanslılar olduklarından ve bunlar da kendilerini Romanoi, devletlerini de;Romania ola rak andlandırdıklarından Sultanönü'nden itibaren batıda kalan bütün topraklara ilk Osmanlılar Rum-ili adını vermişlerdi. Ne var ki, Kuzey-batı Anadolu yani, Marmara bölgesinin do ğu kesimi daha Orhan Gazi zamanında fethedilip, Osmanlı-Türk kontrolüne girdiğinden, Rum adı genellikle Avrupa yaka sına, özellikle de Balkan yarımadasına verilen ve sadece Türk lerce benimsenen bir coğrafya kavramı olmuştur. Yalnız ge çici olarak Berlin kongresi kararlarına dayanılarak 1878-1885 yılları arasında Meriç vâdîsi için devletler arası politikada Doğu Rumeli deyimi resmen kullanılmıştır. Rumeli'deki Türk yerleşmesi ve Türkler'in yarımadanın tümüne veya bazı kesimlerine egemen oluşları sadece Müslüman Osmanlı Türk ler'ine mahsus bir keyfiyet değildir. Tuna vâdîsi ve Dobruca kesimleri Hunlar'dan itibaren Guz ve Peçenekler'e değin çe şitli Türk kavimleri tarafından aralıklı zamanlarda işgal edil miş ve geniş göç dalgaları Balkan yarımadasına, Macaristan'a hattâ, Alpler'e değin Orta Avrupa'ya sarkmıştır. Ancak, bu göç ve istilâlarla gelen Türkler Hıristiyan Bizans kültürünün etkisinde sür'atle yerli unsurlar tarafından temessül edilmekle kısa zamanda kaybolmuşlardır. Maamâfih Osmanlı Türkleri'nin Rumeli fütuhatı sırasında Dobruca, Vidin, Köstendil ve Kumanova gibi yörelerde hâlâ benliklerini koruyan Kuman, Guz ve Peçeneklerle karşılaştıkları ve bunları kendi aralarına alarak Rumelideki Türk nüfusu arttırdıkları son araştırmalarla ortaya çıkmıştır. Rumeli'nin Türkleşmesi kesinlikle ayrı bir din ve ayrı bir kültür (Türk-İslâm) ile mücehhez olan Osmanlı Türkler'ine yani Oğuzlar'a ait bulunmaktadır. Bu suretle Yabgulu- lar döneminde X. yüzyılda başlayan Oğuz yayılışı batıda en ileri safhaya varmış bulunmaktadır. Osmanlı devleti bu yayılışı kendi kuruluşunun felsefesi hâline getirdiğinden, başarısı da o denli büyük olmuştur. Rumeli'ye Oğuzlar'ın geçişi Osmanlı devletinden önce ve özellikle Batı Anadolu'da doğan Aydın, Saruhan ve Karesi beylikleri ile başlar. Bu geniş, başlangıçta belki de bir istikşaf hareketi gibi görülür. Bu faaliyetin unu tulmaz kahramanı Aydın oğlu Gazi Umur Bey'dir. Bizans im paratoru Kantakuzinos'un müttefiki olarak 1332'den itibaren Mora, Eğriboz, Arnavutluk, Dimetoka ve Varna kıyılarında onun giriştiği akınlarla elde edilen bilgiler doğrudan doğruya Osmanlı beyliğine intikal etmiştir. Nitekim 1345'te oriun tavsiyesi üzerine Orhan Gazi İmparator Kantakuzinos'un kızı The odora ile evlenmiştir Ne var ki, Latinler'in Ege kıyılarına sal dırıları Aydınoğulları'nın Rumeli'deki faaliyetlerini engellemiş ve yerlerini Osmanlı beylerinin almalarına fırsat vermişti. 1352' de V. İoannes'e karşı Kantakuzinos'u desteklemek üzere Orhan Gazi oğlu Süleyman Paşa'yı 10 000 kişilik bir kuvvetle ilk defa Rumeli yakasına geçirdi. Süleyman Paşa, V. İoannes'i des tekleyen Sırp ve Bulgar kuvvetlerini bozguna uğrattı. Bu zafer Türkler'in Rumeli'de yerleşmelerinin başlangıcı olmuştur. Bundan sonra Osmanlı beyliği resmen harekete geçmeden önce kendiliğinden oluşan, Gaziyân-ı Rum toplulukları sık sık Rumeli'ye geçmeye, Bulgarlar'a Sırplara karşı akınlar yapmaya başladılar.
Süleyman Paşa ise babası Orhan Gazi'nin verdiği buyruk üzerine Rumeli yakasında 1352'den itibaren ilk köprü başlarını kurmaya başladı. Kapıdağ yarımadası çevresinde Kemer ve Viranca Hisar Anadolu'dan geçişler için iskele hâline ge tirildi. Gelibolu yarımadasında ise Çimbi, Eksamil, Ayaşiline ve Od-köklek ele geçirilerek köprü başları tutulmuş oldu. Kantakuzinos'un bu köprü başlarının boşaltılması için gerek Süleyman Paşa, gerek Orhan Gazi katında giriştiği teşebbüs ler bir sonuç vermedi. Hele 1354 martı başlarında bir dep rem sonucu Gelibolu duvarlarının yıkılması üzerine bu limanın Osmanlı hâkimiyetine düşmesi yeni gelişmelere yol açtı. Artık öteki özel akınlar da Osmanlı beyliğinin kontrolüne alınarak Rumeli'nin fethi bir proje hâline getirildi. Orta Asya Türk devlet kuruluş geleneklerine uygun olarak Rumeli'nin fethi üç kolda teşkil edilen uçlar yani kara üsleri ile durma dan yarımadanın içerilerine doğru ilerletildi. Birinci uc, kıyı dan Tekirdağı, Çorlu, İstanbul doğrultusunda, ikinci uc, Malkara, Hayrabolu, Vize, Edirne doğrultusunda, üçüncü uc ise İspala, Dimetoka, Serez, Karaferye doğrultusunda yürü tülmüştü. Süleyman Paşa'nın ölümünden sonra sol kolu Evrenos Gazi, orta kolu Lala Şahin, sağ kolu da Hacı İl Beyi yönetmişlerdir. Rumeli'nin fethi ilerledikçe uçlar daha öne alınmış bu suretle sol kolda Tırhala, Üsküp, orta kolda Çirmen, Zağra, Filibe, sağ kolda ise Yanbolu, Karinovası ve Pravadi'ye kaydırılmıştır. Üçüncü hamlede ise sağ kol Tır nova, Niğbolu, orta kol Sofya, Niş, sol kol da Germehi sar ile Avlonya'ya ilerletilmişlerdir. Rumelii'de fetih hareketi bu biçimde gelişirken, Süleyman Paşa'nın gününden beri Anado lu'dan göçürülen konar ve göçer Türkler yanında, nüfus kesafeti olan bölgelerden de köylü ve şehirli halk Rumeli'ye aktarılmaya başlanmıştır. Böylece uçlar güney, batı ve doğu doğ rultularında yarımadanın içerlerine doğru ilerlerken, geriler de kalan eski uc merkezleri de birer Türk şehri hâline de ğişmeye başlamışlardır. Bunun sonunda Edirne, Filibe, Sofya, Serez, Üsküp, Manastır, Silistre, Tırhala, Yenişehir Osmanlı-Türk kültürünün köklü birer merkezi olmuşlardır. Bu planın uygulanması 1361'den sonra teşkil edilen Rumeli beylerbeyiliğinin yönetimine bırakıldığı gibi, üç kolda kurulan uçlar da bu beylerbeyiliğin sağ, sol ve orta kol sancaklarını oluşturmuşlardır. Rumeli'de Osmanlı yerleşmesi o denli sağlam ve tutarlı olmuştur ki,1402 Ankara bozgunundan sonra doğan buhran, Anadolu'nun tersine Rumeli'de büyük sarsıntılar yapamamıştır. Bunun içindir ki bazı tarihçiler Osmanlı devleti nin Rumeli'de kurulduğunu ve bu kuruluştan sonra Anadolu'yu fethettiğini ileri sürerler. Timur olayı Rumeli'de Türk yerleşmesi ni bir kat daha hızlandırdı. Osmanlı hükümetleri ise daha Orhan Gazi'den : itibaren Türk yerleşmesini devlet kontrolü altında planlı olarak yürüttüler. Osmanlı ordularının sefer yollarının, Tesalya, Meriç, Vardar vadilerinin, Trakya ve Tu na boyunun Türkleşmesinde ayrıca durdular. Bunun için Anadolu'dan kitle hâlinde göçertmeler yapıldı. Yıldırım Bâ yezîd, II. Murad, Fâtih ve II. Bâyezîd devirlerinde bu plan titizlikle uygulandı. Öyle ki Kanunî Sultan Süleyman devrin de Dobruca'dan Vidin'e, Silistre'den Karadeniz kıyısı ile İstanbul'a, Edirne'den Yenişehir'e, Selanik'ten Manastır'a, Çirmen'den Niş'e değin uzanan alanda Türkler artık çoğun luğu teşkil eder olmuşlardı ve Rumeli'de yaşayan Türk halkın beş milyonu aştığı tahmin edilmekte idi. İlk fetih yıllarında yerli halkın kitle hâlinde din değiştirerek Müslüman olduklarını da kaynaklar belirtmektedir. Vize, Kırkkilise, Burgaz, Varna, Vidin, Usküp, Manastır çevrelerindeki yerli halkın Müslüman oluşunda irkî yakınlığın etkisi büyüktür. Bu bölgelerin fetihten önce Hıristiyanlaşmış Kuman, Guz ve Peçeneklerin yerleşme alanları olduğu bilinmektedir. Daha sonra bunlara Pomaklar, bir takım Çingeneler, Arnavutlar, Boşnak lar, bir kısım Ulah ve Sırplar ile Rumlar da katılacaklardır. Rumeli'de yerleşen Türkler şehirlerde ayrı mahalleler, kırsal yörelerde ise ayrı köyler kurmuşlardır. Son araştırmalarda Türkçe köy adlarının yerleşme biçimlerine de ışık tuttuğu görülmektedir. Bunlar boy ve oymak adları, Anadolu yer adları ile ilişkili adlar, ünlü gazilerin, velîlerin, kadıların, zaîm ve tımarlı sipahilerle akıncıların adları, çiftlik iken köy hâline gelmekle çiftlik sahiplerinin isimlerinden oluşan adlar ile doğal görünüş veya uğraşıya göre verilen adlar olarak görülmektedir (bk. M. Tayyib Gökbilgin. Rumeli'de Yörük ler, Tatarlar ve Evlâd-ı Fatihan, İstanbul, 1957). Rumeli'de Osmanlı egemenliğinin yerleşmesinde bir başka unsur da bu devletin yerli halka karşı uyguladığı ekonomik politika ile vergi ve din politikasıdır. Genellikle yenik düsen yerli halka istimâlet vermek suretiyle yani, onları Osmanlı idaresine meylettirecek tedbirleri almak suretiyle Osmanlı devleti Rumeli'de kolaylıkla egemen oldu. Bu topraklar dârü'l-harb halindeyken akın, yağma, çapulculuk ve haramilik gibi yıldırıcı, usandırıcı her türlü davranışlara açık bulunuyordu. Fakat bir kere Osmanlı devletinin kontrolüne girince durum tamamen değişiyor, yerli derebeyler bertaraf ediliyor, kilisenin hukuku güven altına alındığı gibi, köylü ailesiyle, toprağı ile vermek yükümü bulunan vergi dışında ürünü ve kazancıyla devletin himayesine kavuşuyordu. Osmanlı idaresi önce tarım topraklarının mîrî arazi hâline konmasını sağlamakla mahallî feo dallerin, kilise ve manastırların köylüye yükledikleri angar yaların kaldırılmasını temin etti. Dikkat edilirse Rumeli'nin fethi döneminde yerli halk Osmanlı idaresini desteklemekle, eski senyörler kendi soydaşlarının yardımından mahrum kalmışlar ve bu yüzden Macar, Latin ve Frenk senyörlerinden destek aramak lüzumunu duymuşlardır. Bu da Rumeli fütuhatında Osmanlı ordularının sayısız Haçlı orduları ile çarpışmasına yol açmıştır. Balkanlara inen Macar, Frenk ve Latinler Ortodoks veya Bogomil mezhebinde olan yerli halkı dinsiz, râfızî, şey tana tapan kimseler olarak gördüklerinden, onlara karşı, Türklere duyduklarından daha fazla kin beslediklerinden, çeşitli ıztırablar yaratmış oldular. Halbuki Osmanlı Türklerinin, bu tutumun tam tersi, gösterdikleri müsamaha yerli halkın yeni hâkimlerine sür'atle bağlanmasını ve yeni devleti benimse mesini kolaylaştırmakta idi. Fâtih'in 1451 -1481 yıllarında 30 yıllık bir mücadeleden sonra Justinİanus Romania'sını bir Os manlı Rumeli'si hâline getirmesi, bu akılcı politikanın eseri dir demek yanlış olmaz. 1352'den 1481 yılına değin geçen ve yüzyılı aşkın bir dönemi içine alan Rumeli'deki Osmanlı idaresi 1443 İzladi derbendi bozgunu ve onu izleyen gelişmeler so nunda Varna zaferinin kazanılmasına kadar buhranlı bir safha atlatmıştır. Bundan sonra Viyana bozgununu izleyen geliş meler sonunda, Belgrad kalesinin 1688'de düşmesi üzerine, Rumeli'deki Osmanlı hâkimiyeti ve Rumeli Türklüğü için çok tehlikeli bir dönem başgösterdi. Yeğen Osman Paşa yerine serdâr-ı ekrem olan Arab Receb Paşa'nın Avusturya kuvvetleri önün de yenilgiye uğraması Rumeli'deki durumu alt üst etti. Niş ve Şe hirköy de elden çıkınca Osmanlı küvetleri Sofya'ya çekil mek zorunda kaldı. Sofya'da bulunan III. Sultan Süleyman bu durumda Edirne'ye dönmeye karar verdi. Padişahın Sofya'dan ayrılacağını duyan halk, çoluk çocuk, kadın erkek sokaklara dökülüp "bizi koyup nereye gidersin padişahım, düşmana esir etmeğe mi?" diye ağlaşıyor, reâyâ yani Hıristiyan halk ise, "üzerimize yüklenen onbeş teklifi (vergi) bin türlü mihnet ile eda ve tek padişahımız iş görüp, düşmandan intikam ala deyü her cefaya göğüs gerüp, zulmü kendimize rah met bilüp fermana itaat eden bir alay zuâfayı, dört yüzyıldan berü kulluk eden fukarayı Nemçe keferesine verdin" diye bağırıyorlardı. Görülüyor ki, uzun savaşların getirdiği sıkıntılar bile Rumeli'nin Türk olsun, olmasın halkının Osmanlı idaresine olan bağlılığını henüz sarsamamıştır. Ama, bu durumda bir kısım Sırplar kendi selâmetleri için Avusturya işgal kuvvet leri ile işbirliği yapmaya girişmişlerdi. Avusturya generali Piccolomini Sırp çetelerinin desteği ile Üsküp'e kadar inmiş ti. Almanya imparatoru ise elebaşılardan Karpoz'a Kumano va prensliği tacını göndermişti. Görünüş Osmanlı devletinin Rumeli'deki egemenliğinin çökmek üzere olduğu idi. Rumeli'deki Türk ler de Anadolu'ya kaçmaya başlamışlardı. Bu sırada ekim 1689'da sadârete getirilen Köprülüoğlu Fâzıl Mustafa Paşa bu gidişe dur diyen bir devlet adamı oldu. İlk iş olarak bir bildiri ile askerleri görev başına çağırdı. Halka ağır yük teşkil eden ve özellikle reayanın işlediği üzüm ve içki üzerine konan vergileri kaldırdı. Bütün vergilerde ölçülü esaslar kabul etti. Bu tedbirler Avusturya ve Venediklilerin teşvik ve tahriklerine kapılanların dahi eski hükümetlerine dönmelerine yol açtı. Öte yandan Kırım hanı Selim Giray Kumanova yö resine yönelerek Kaçanik boğazında Karpoz'un çetesini or tadan kaldırdı. Fâzıl Mustafa Paşa'nın Niş'i kurtardıktan sonra 1690'da Belgrad'ı fethi Rumeli'deki tehlikeli durumun bir süre için ortadan kalkması sonucunu getirdi. 1768-1774 Türk- Rus savaşı Rumeli'de, memleketin bünyesinde yeni fakat olumsuz bir gelişmeye yol açtı. Büyük umutlarla girişilen bu savaşta mevcut Osmanlı kuvvetleri bir anda eriyince, hükümet asker ihtiyacını Anadolu ve Rumeli'deki ayan ve derebeylerin ara cılığı ile sağlamak yoluna gitti. Bunlardan bazılarının savaşta başarılı olmaları üzerine kendilerine vezirlik verilmesi ise halk üzerindeki nüfuzlarının artmasına yaradı. Savaş boyunca bir iş açmamaları için bu âyân ve derebeylere göz yumuldu. Bu ise onların cür'etlerini arttırdı. Bulundukları kasaba ve bölge lerde hükümet emirlerine pek aldırış etmeyen, özel asker bes leyen, başına buyruk hanedanlar türedi. Bunlardan Rumeli'de Si listre ve Deliorman bölgesi Yılıkoğlu Süleyman'ın, İbrâil yö resi Nâzırı Ahmed Ağa'nın, Rusçuk, Tırnova çevresi Tirsinikli zâdeler'in, Vidin ve etrafı Pazvandoğlu Osman Paşa'nın, Gü mülcine ve çevre kadılıkları Tokatçıklı Süleyman'ın, Serez ile çevresi İsmail Bey'in, Edirne Dağdevirenoğlu Mehmed Ağa' nın, Üsküp, Filibe, Edirne, Kırkkilise, Çorlu, Lüleburgaz, Tekirdağ Dağlı eşkıyasının, Işkodra Gazi Metaneti Paşa oğullarının, Avlonya Toska İbrahim Paşa'nın, Yanya Tepede lenli Ali Paşa, Mora da oğlu Velî Paşa'nın hükmünde idi. Böylece XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Rumelide Osmanlı devlet otoritesi çökmüş, bunun yerini keyfî idareler almıştı. Bu da gerek reayanın, gerek Müslüman halkın devlete olan bağlılığını ortadan kaldırmış, yerli kavimlerin tekrar millî hü kümetlerini kurma istemlerini harekete geçirmişti. Bunun so nunda Fransız ihtilâlinin getirdiği fikirlerin etkisi de katılınca önce Sırplar olmak üzere bütün Rumelili Hıristiyanlarda Osmanlı idaresinden ayrılma cereyanları gittikçe kuvvetlendi. (Bu ayrılık hareketini Rusya, Avusturya, Fransa ve İngiltere de kendi çıkarlarını da göz önünde tutarak desteklediler. Bu ara da Sultan III. Selim mütegallibeleri yola getirmek için büyük gayret sarf etmişse de kesin bir başarıya ulaşamamıştır. En son aldığı tedbir, Nizâm-ı Cedîd kuvvetleri ile Kadı Abdur rahman Paşa'yi Rumeli'de ıslahatta bulunmak üzere Edirne'ye göndermesi de sonuç vermemiştir. Mütegallibenin el birliği ederek Kadı Paşa'ya karşı çıkmaları üzerine padişah ‘kararın dan vaz geçmiş, bu da onun tahttan ayrılmasının ilk işareti olmuştur. 1808'de Sırplara muhtariyet verilmesiyle Rumeli deyimi nin içerikliği de değişikliğe uğramıştır. Bundan sonra Rumeli deyimi, Osmanlı Avrupa'sı ile eş anlam kazanmıştır. II. Mah mud ve Abdülmecid zamanında Rumeli'de girişilen ıslahat, Abdü lazîz devrinde ve II. Abdülhamîd'in ilk yıllarında bütün Rumeli'yi kaplayan Bosna, Hersek, Arnavutluk isyanlarına, Sırp ve Karadağ savaşlarına ve en sonda 1877-1878 Türk-Rus sa vaşı ile sırasıyle Sırbistan, Yunanistan, Karadağ devletlerinin teşekkülüne ve Bulgaristan prensliğinin ortaya çıkmasına en gel olamamıştır. Berlin kongresi sonunda Rumeli, İşkodra, Manastır, Yanya, Kosova, Selanik ve Edirne olmak üzere 6 vilâyet ten ibaret Makedonya, Arnavutluk ve Trakya topraklarını içine alan bir deyim hâline gelmiştir. Berlin kongresi karar ları üzerine Filibe ve Zağra sancaklarından oluşan Doğu Rumeli 1885'te bir oldu bitti ile Bulgaristan prensliğine katıldı ve bu siyasî deyim ortadan kalkmış oldu. Yine bu kongre kararlarına göre büyük devletler temsilcilerinden oluşan Rumeli ıslahat komisyonu andlaşmanın 23. maddesine göre 1880 tari hinde Osmanlı hükümetince hazırlanan Rumeli vilâyetleri kanununu tasvib etti. Ancak Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan ve Karadağ hükümetlerince desteklenen ve Komiteci denilen Rum, Ulah, Sırp ve Bulgar çeteler bu kanuna rağmen Rumeli'de asayişin sağlanmasını engellediler. 1896'da hükümet yeni bir ıslahat kararnamesi çıkardı. 1902'de ise Rumeli vilâyetleri bir mü fettişlik hâlinde birleştirildi. Hüseyin Hilmi Paşa bu göreve getirildi. Yeni teşkilât kısa zamanda iyi bir idare kurduğu gibi, adaleti de sağlamaya muvaffak oldu. Ama komitecilik hareketleri bir türlü önlenemedi. Buna karşılık Genç Türkler Rumeli'yi Türkleştirme çabası içine girdiler. Bu da Balkan savaş larının gerçek sebeblerinden biri oldu. Öte yandan Rusya ile Avusturya 1897'de Rumeli için yeni bir tasarı üzerinde anlaştılar. Buna göre Yanya ile İşkodra gölü arasında küçük bir Arnavutluk prensliği kurulacak, Makedonya toprakları da küçük Balkan hükümetleri arasında âdilâne ölçüler içinde bölüşüle cekti. Buna Makedonya'yı da Doğu Rumeli gibi kendisine katmak isteyen Bulgaristan karşı çıktı. Merkezi Selanik olmak üzere muhtar bir Makedonya eyâletinin kurulmasını önerdi. Avusturya ve Rusya Bâb-ı âlî'yi desteklemekle bu öneri geri çevrildi. Bu da eşkıyalığın ve çeteciliğin Bulgaristan tarafın dan desteklenip yayılmasına yol açtı. Bu hal 1908 Meşrutiye tinin ilânına değin sürdü. Meşrutiyet idaresinin kötü bir şovenizmle icrââta kalkışması Arnavutların ayaklanmalarına se beb oldu. Mazhar ve Mabmud Şevket paşaların büyük gayreti ile bastırılan isyandan sonra hükümet, Rumeli'de en güçlü dayanak olarak bilinen Arnavutlar'ı yeniden kazanmak için Sultan Reşâd'ı Rumeli'de bir geziye çıkardı. Ama, İtalya'nın teşviki ile Arna vutlar 1911'de Mısır hidivliği statüsü paralelinde muhtar bir Arnavutluk kurulması amacıyla tekrar ayaklandılar. Öteki Balkan hükümetleri Rumeli'de böyle bir Arnavutluğun doğmasına taraftar olmadıkları için Bulgaristan'ın muhtar Makedonya eyâleti projesi üzerinde anlaştılar .Böylece Rumeli'nin son bölümleri de Edirne vilâyetinin doğu ke simleri hariç, Türk egemenliğinden çıkmış oldu. Bundan son ra Rumeli deyimi, şanlı geçmişten kalan nice deyimler gibi bir h atıra oldu. Sadece 1919'da Rumeli Müdafa'a-i Hukuk Cem'iy- yeti adı ile bir kez daha geçici olarak canlandı Hattâ Paşaeli deyimi dahi Doğu ve Batı Trakya deyimleri karşısında unutuldu. (İ. Parmaksızoğlu)
Rumeli'nin Çerçevesi
Bu bahiste klasik Rumeli Eyaleti (Beylerbeyiliği) sahası ele alınacaktır. Öz ü (Silistre) eyaletini de -Rumeli eyaletinden ayrıldığı için- bu bahse katıyorum. Yalnız Bosna-Hersek, Macaristan ve Romanya ile Kırım, ayrı bahisler de tetkik edilecektir. Şu halde bu bahsimizde ele alınan Rumeli'nin sınırları -kabaca- şöyle oluyor:
İstanbul ve -ayrı bahiste gördüğümüz- Edirne şehirleri dışında bugün Türkiye'nin Doğu Trakya'sı, Bulgaristan ve Arnavutluk'un, tamamı, bütün ada ları ve Mora dışında Yunanistan, Makedonya, Kosova, Karadağ, Sırbistan, Romanya'dan Dobruca, Moldavya ile Ukrayna'nın Kırım'a kadar olan Karadeniz sahilleri.
Bosna-Hersek ayrı bahiste görülecektir. Yugoslavya'nın Voyvodina bölgesi ile Hırvatistan, Slovenya ise Macaristan'la birlikte incelenecektir. Romanya ve Kırım için de ayrı birer bahis açacağım.
Ele aldığım bu çerçeve, büyük bir çerçevedir ve Balkanlar'in büyük kısmı nı içine almakta, Moldavya, Besarabya ve Ukrayna'ya taşmaktadır. Karadeniz'le Adriyatik arasında uzanmaktadır.
Bu çerçeve içindeki ülkeleri Evliya Çelebi'den çok kısaca hulâsa edece ğim. Yalnız daha önce umumî şeyler söyliyeceğim.
«Rumeli» kelimesi çok geniş ve değişik manâlı olarak kullanılmıştır. Bura da tafsilâta girmiyeceğim. Yalnız okuyucuma, bir kaç cümle ile öncelik bilgi sunmak isterim:
Kelimenin Osmanlı terminolojisindeki en geniş mânâsı, Osmanlı idaresin de bulunan ve Tuna güneyinde kalan bütün Balkanlar'dır. Romanya (Dobruca hariç) ve Macaristan'la o sıralarda Macaristan kapsamına giren Sava kuzeyin deki Yugoslavya, Rumeli kelimesinin delâlet ettiği saha dışında kalır. XVI. asır dan itibaren Bosna-Hersek de bu sahanın dışında bırakılmıştır. Kelime daha dar mânâda da kullanılmış, bazan yalnız bugünki Bulgaristan kasdedilmiştir. Ege ve İyonya Adaları da, Rumeli dışında sayılmıştır. XIX. asır başlarında ve bazan daha evvel Mora ile Attika da Rumeli medlulü dışında kalmıştır.
Rumeli eyâleti kurulduğu zaman, merkezi Edirne idi. Rumeli beylerbeyisi olan vezîr paşa bu şehirde oturduğu için «Paşa İli» denmiştir. 1453'te eyâlet merkezi Filibe'ye, XVI. asrın ilk yıllarında Sofya'ya götürüldü. Arada Manas tır'da oturan beylerbeyiler de olmakla beraber artık Sofya, eyâletin merkezi olarak kaldı.
Üsküb sancağı, 6 ocak 1392'de şehrin Paşa Yiğit Bey'ce fethi ile kuruldu. İlk sancak beyi odur (6.1.1392 - 1414). Sonra yerine oğlu İshak (1414 - 1439) ve torunu İsâ (1439 - 1463) Beyler geçtiler.
Köstendil sancağı, 3 yıl sonra, 1395'te kuruldu. Daha önce burada, padişaha tabî bir Bulgar kralcığı hüküm sürüyordu. Ohri sancağı da aynı yıl kuruldu. Bu sancak da aynı hükümdarın (Kral Marko) idaresinde idi. 1519-30 arasında Florina sancağı kuruldu ise de, sonra tekrar kaza hâline getirilip lağv olun du.
1521 ‘de Rumeli eyâleti en geniş sınırlarına kavuşmuş, 32 sancak olmuştu. Bosna eyâleti kurulunca, Rumeli eyâleti küçüldü; zîrâ bu eyâletin kuzey-batı sancakları üzerinde kurulmuştu. Budin eyâleti kurulunca da Semendire sancağı, Rumeli'nden alınıp bu eyâlete verilmişti. 1608'de Özü eyâletinin kurulması ile Rumeli eyâleti, esaslı şekilde bölündü ve küçüldü. 1715'te Mora eyâleti ku rulunca, burası da Rumeli eyaletinden ayrılmış oldu. III. Selim zamanında (1789-1807) Rumeli eyâleti merkezi Sofya'dan Edirne'ye, II. Mahmud zama nında ise (1808-1839) Manastır'a alındı. 1864'te merkezi Rusçuk olmak üze re bu Rumeli eyâleti üzerinde «Tuna Vilâyeti» kuruldu ve 1878'e kadar devam etti.
Eyâletin Ege üzerindeki en mühim limanı Selanik idi. Selanik, 493 yıl Türk hâkimiyetinde yaşadı (1387-1389 = 2 + 1394 - VIII.1402 = 8 + 29.111.1430 - 8.XI.1912 = 482, 7, 10).
Türk Osmanlı fethi başladığı zaman, Bulgaristan'daki son krallık hânedâ nı Kuman asıllı, yâni Türk'tü. Ortodoks Hıristiyan bir Güney Slav krallığı idi. Bizans kültürü te'sîri derindi. 1364'te Kral İvan Aleksandr ölmüş, oğullarından büyüğü Şişman, Tırnova merkez olmak üzere yerine geçmekle beraber, küçü ğü Stratsimir de Vidin'de saltanat sürmeye başlamıştı. Ayrıca Dobruca prensliği, Varna merkez olmak üzere, Dobrotiç'in idaresinde idi. Bu parçalanmadan cesaret alan kuzeyin kudretli Katolik krallığı Macaristan, 1364-68 arasında, Bulgaristan'ın kuzey-batı ucundaki Vidin'i işgal etti. Kral Şişman, kızkardeşi Maria'yı I. Murâd'a vererek, Osmanlılar'la yakınlaşmıya çalıştı. Ancak, 1362'de başlıyan Osmanlılar'ın Bulgaristan fütuhatı, hızla ilerledi. 1379'da ve ya bir kaç yıl sonra, Sofya da Osmanlılar'ca fethedildi. 16 temmuz 1391'de Yıl dırım Bâyezîd, krallığın taht şehri olan Tırnova'yı aldı. Ancak Şişman'a Niğbo lu'yu vererek, kral unvanını taşımasına izin verdi. Yıldırım, 17 mayıs 1395'te Bükreş yakınlarında -aynı adı taşıyan ırmağın kıyısında- Argeşo meydan mu harebesinde Eflâk prensi Mirçea'yı yendi ve Eflâk (Ulahya) Romen Ortodoks prensliği, Osmanlı İmparatorluğıı'nu metbû tanıdı ve yıllık vergiye bağlandı. Bu suretle Tuna'nın kuzeyinde büyük bir ülke ele geçirilmiş oldu. 2 haziran 1 395'te Kral Şişman, Osmanlı Niğbolu kalesinde, unvanından başka bir şeye sahip olmaksızın öldü. Kardeşi Stratsimir ise, Vidin'de idi. Yıldırım, Niğbolu zaferinden hemen sonra, 1396 ekiminde Vidin'i de alarak son Bulgar prensliği ne son verdi.
Bu suretle Rumeli eyâletinin ana toprakları fethedilmiş oluyordu. Bulgaris tan topraklarında, bu eyâlete bağlı olarak, Sofya, Çirmen, Silistre, Niğbolu ve Vidin sancakları kuruldu. Son 3 sancak, baştan başa, Karadeniz'den Sırbis tan'a kadar, Tuna'nin güneyindeki ülkeleri içine alıyordu. Çirmen sancağına Rodoplar bölgesi ve Filibe dâhildi.
Türkler'in fethi sırasında Bulgaristan'da şehir denecek merkezler hemen hemen yoktu. Bir köy, kasaba ve çoban ülkesi idi. Bulgar kasabaları, mühim Türk şehirleri hâline geldi ve Anadolu'dan gelen yüz binlerce Türk'le iskân edildi. Daha 1455'te Filibe şehrindeki 6.500 nüfusun ancak 500 kadarı Hıristi yan, gerisi Türk'tü. Rumeli eyâleti merkezi yapılan Sofya'yı ve diğer şehirleri bununla mııkaayese ediniz. XVI. hele XVII. asırda Bulgaristan, büyük Türk şehirlerinin yükseldiği bir Türk ülkesi idi. 1520'de Sofya, Vidin, Silistre, Niğbolu, Çirmen, toplam bugünki Bulgaristan'ı içine alan Rumeli eyâletinin sâdece 5 sancağında nüfus 1.250.000'di. Bu asırda ve XVII. asırda bu nüfus, bir kaç mis lini buldu. I566'da, Kaanûnî Sultan Süleyman'ın sonuncu (Sigetvar) seferinde yalnız Batı Bulgaristan'dan Orduy-ı Hümâyûn için 174.290 koyun satın alınmıştı (A. Refik, Türk idaresinde Bulgaristan, no. 3).
Bulgar tarihçisi N.V.Michoff, XIX. asırda bugünki Bulgaristan nüfûsunun içte birinin Türk, içte ikisinin Bulgar olduğunu ileri sürmüşse de, Türk vesikalarının tedkıyki, nüfûsun aşağı yukarı Türkler'le, Bulgarlar arasında yarı ya rıya olduğunu göstermektedir. Yalnız Müslüman nüfûsun 500.000'e yakını Türk değil, «Pomak» denen Müslüman Bulgar'dı. Bunların ana dilleri Bulgarca idi ve XVI-XVII. asırlarda ihtida etmişlerdi. Bunlar dışında da ayrı Türk-Müslüman unsurlar yoktu. Çok az Arnavut yaşıyordu. Ancak Midhat Paşa, Tuna valisi olunca, Bulgar nüfûsun, daha evvelki devirlere göre çoğaldığını anlıya rak ülkeye 90.000'e yakın Çerkeş ve 100.000 kadar Kırım Türkü (Tatar) getirip yerleştirdi. 160.000 kadar Türk'ü de bugünki Bulgaristan'a iskân eden Midhat Paşa, bu suretle 350.000 Türk nüfûsu getirterek, Bulgar nüfûsuna kesin bir üstünlük sağladı. Ruslar'ca hareket ettirilen Bulgar âsîlerini de en kesin ve sü ratli tedbirlerle tepeledi. Fakat bu şahane tedbirler, Bulgaristan'ın kaybını önliyemedi ve Türk sınırının Tuna'dan tâ Meric'e çekilmesini engelliyemedi. Zîrâ iç yönelimde fevkalâde parlak bir genel vâlî, İngilizler'in Hindistan'a ve diğer sömürgelere gönderdikleri en parlak genel valiler derecesinde başarılı bir dev let adamı olan Midhat Paşa, dış siyâsette ve yüksek devlet idaresinde inatçı bir câhilden başka bir şey değildi. Devleti -kaçınılması mümkin - Rus harbine sü rüküyenlerin başında gelir. Bu harbi kaybeden Türkiye de, Bulgaristan'ı ve Tu na sınırını elden çıkarmış oldu. Eski Rumeli eyaletinin en seçkin ülkeleri üze rinde kurulmuş olan Tuna eyâleti, kaybedildi. Bulgar tarihçisi Michoff, Türk idaresinin sonuna doğru, 93 felâketinden hemen önce, 1876'da, Filibe, Vidin, Şumnu, Rusçuk, Razgrad, Varna, Plevne, Eskicum'a, Eski Zağra, Yeni Zağ ra, Osmanpazarı şehirlerinde Türk nüfûsun çoğunluk, yalnız Sofya ve Tırnova şehirlerinde Bulgarlar'in çoğunluk olduğunu, büyük eserinde kaydetmektedir ( La Population de la Turquie et de la Bulgarie , 3 c, Sofya, 1915 - 29).
Günümüz Alman tarihçisi Friedrich-Karl Kienitz, şöyle der: «Osmanlı devrinde İstanbul, Bursa ve Edirne, târihte hiç bir zaman ulaşamadıkları bir ih tişama ve nüfûsa ulaştılar. Sofya, Filibe, Selanik, Üsküb, Manastır, Yenişehir (Tesalya), Yanya, Belgrad çok gelişti. Osmanlı'dan önce Bosna-Hersek ve Arnavutluk'ta şehir diye bir şey yoktu. Osmanlılar, Tirana, Elbasan, Yenipazar, Mostar, Travnik, Banyaluka, Bosnasarayı şehirlerini kurdular. XVI. asır başın da nüfûsu 8.000'den az olan Bosnasarayı'nı bir asırdan az bir müddet içinde 92 mahalleli, 80.000 nüfuslu bir şehir hâline getirdiler. XVI. asırda Viyana ile Bosnasarayı, aynı büyüklükte, aynı değerde şehirlerdi. Bu devirde 37.000 nüfu suyle Kolonya (Köln), Frankfurt, Hamburg, Nürnberg, Augsburg ise, Türk Bosnasarayı ile mukayese kabul etmez derecede küçük ve geri idiler. Ama Osmanlı alâkasının, Rumeli'ne, Avrupa'ya kayması, Anadolu şehirlerindeki canlı gelişmeyi yavaşlattı... Üsküb, çok büyük bir şehir hâline geldi. Kuzeydeki büyük su yolu, Vardar üzerinde II. Murâd'ın Taşköprü'sü, büyük eserlerdir. 26 Nisan 1963 zelzelesinde bütün Üsküb yıkıldığı halde bu Taşköprü, en ufak çö küntü göstermeksizin ayakta kalmayı başarmıştır. Gerçekten sabah saat 5.20'- deki bu büyük zelzele, 35.000 küsur binayı yıktı, 1.200 kişinin ölümüne sebeb oldu, şehrin % 80'i harabe hâline geldi. Müze hâline getirilmiş olan Kurşunlu Han'la bütün câmîler de hasar gördü. Yalnız 1566'da Sigetvar zaferi şerefine Osmanlılar'in şehre diktikleri Saat Kulesi, en ufak zarar görmedi... Türkler, Bosnasarayı'ndan sonra Bosna-Hersek'te 1452'de Mostar ve 1474'te Banyaluka şehirlerini kurdular. 1520'de Bosnasarayı'nda tek meskûn Hıristiyan yoktu. 1538'de şehre Hıristiyanlar da yerleşmiye başladılar. Buna rağmen 1655'te bi le şehirdeki Hıristiyan nüfûs ancak % 1 (Banyaluka şehrinde % 6) idi. Kaanûnî'nin halazâdesi Gazi Husrev Paşa, Bosnasarayı'nı küçük bir İstanbul hâline getirdi, İstanbul'u örnek alarak îmâr etti. Bu Bosna şehirlerindeki Hıristiyan nüfus, XVI-XVII. asırlarda, İstanbul ve herhangi bir Anadolu şehrindeki Hıristiyan nüfûsa nisbetle, çok daha düşüktü... Tirana da 1600 yılında Süleyman Pa şa tarafından kuruldu... 1461'de Türkler, Yenipazar şehrini kurdular. Prişti ne'yi, daha önce kurmuşlardı... Tesalya şehirlerinin ekserisinin kurucusu, II. Muradın ünlü akıncı kumandanı Gazi Turhan Paşa'dır. Meselâ Tırhala'yı o kurmuştur. Tesalya'da bugün yoksul bir kasaba olan Ambelakia, XVI-XVIII. asırlarda, bilhassa pamuklu dokuma merkezi olarak pek çok parladı. Bugün Ambelakia, bir küçük köydür. Buraya uğrayan hiç kimse, daha 200 yıl önce Av rupa'nın en mühim endüstri merkezlerinden birisi olduğunu aklının ucundan geçiremez. Türkler, geç devirlerde de şehirler kurarak Balkanlar'ı şenlendirdiler. Mesela Kruşevo, 1770'de kurulmuştur.
Rumeli'nin Etnik ve Siyasî Durumu
Geniş mânâsıyle Rumeli, bir Türk ülkesidir. İmparatorluğun vazgeçilemez iki kanadından biridir : Anadolu ve Rumeli. Bu kanallardan biri kopunca yalnız imparatorluğun değil, dünyâ siyâsetinin dengesi değişmiş. Birinci Cihan Harbi bu zemin içinde kolayca gerçekleştirmiştir.
Balkanlar'a Orta Çağ'da Hunlar, Avarlar, Peçenekler, Kıpçaklar, Kuman lar, Oğuzlar gibi Gök Tanrı dininden pek çok Türk kavmi ve devleti uzun zaman hâkimiyet kurmuşsa da, bu büyük ülke, esas bakımdan, Osmanlı fethin den, Müslüman Türk hâkimiyetinden önce, Bizans dominyonudur. Güneyde Yunanlılar, batıda Arnavutlar, kuzeyde Rumenler ve kuzeybatıda Macarlar, Slav değillerdir. Fakat Balkanlarda esas bakımdan Slavlık ağır basmaktadır. Bulgarlar, onların bir kolu olan Makedonlar, Sırplar, onların bir kolu olan Hırvatlar ve Hırvatlar'ın bir kolu olan Boşnaklar ve Karadağlılar, Slav kavimler dir.
Balkanlar'a Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebi, dolayısıyle bu mezhebin başı, temsilcisi ve koruyucusu Bizans hâkimdir. Bizans kültürü yaygın ve derindir. Yalnız Bulgarlar ve Sırplar gibi Slavlar değil, Yunanlılar ve Romenler gibi Slav olmıyan Balkan kavimleri de Ortodoks'tur. Fakat kuzeybatıya çıkıldıkça Bizans te'siri yerini Latin, Roma, Papa te'sirlerine bırakmakta ve Hırvatlar, Macarlar gibi tamamen Katolik kavimlerin meskûn bulunduğu bölge başlamaktadır. Onun için Hırvatistan ve Slovenya, Macaristan'ın dominyonlarıdır. Arnavutluk'ta ise çoğunluk Ortodoks, azınlık Katolik'tir. Bosna'da Katoliklik hâkim gibiyse de, Bogomil mezhebi, bu hakimiyeti geniş şekilde ihlâl etmiştir. Hulâ sa, Osnıanlılar'ın Rumeli'ne ayak basmalarının arifesinde yarımadanın Orto doks olan büyük kısmına Bizans, Katolik olan daha küçük kısmına Macaristan hâkimdir. Bu hâkimiyetin siyâsî olmadığı zamanlarda bile kültür ve te'sir çizgi leri, bu şekildedir.
Zayıf bir Bulgaristan krallığı vardır ama, Bizans tesirindedir. Zayıf bir Sır bistan prensliği vardır ama, Bizans ve Macar atraksiyonu arasında oynamakta dır. Arnavut prenslikleri Bizans ve İtalya devletleri arasında nüfuz sahalarına bölüşülmüştür.
Burada çok ehemmiyetle belirtmek icab eden bir nokta, gerek Türk fethi sırasında, gerek Türk fethinin ilk asırlarında Slavlık'ın kuzey sınırları, bugünkinden çok güneydedir. Sava'nın kuzeyi bugün olduğu gibi Slav ülkeleri değil dir (Banat, Voyvodina, Slavonya), Macarlar'la meskûn Macar ülkeleridir. Macarlar, Türkler gibi Tûrân kavimlerinden biridir. Ne Slav, ne Romenler gibi La tin, ne de Yunanlılar ve Arnavutlar gibi Hind-Avrupa (Ârî) ırklarından bir gruptur. Türkler gibi Asya'dan gelmiş bir Tûrân kavmidir. Katolik olunca, 1000 yılları civarında, Latin kültür dairesine girmişlerdir. Türk fütuhatının ari fesinde Bizans İmparatorluğu, manevî ve kültürel tesirleri ve prestiji muazzam, fakat çok zayıflamış bir siyasî varlıktır. Macaristan Krallığı ise, son derecede kudretli bir kara devletidir, pek kuvvetli ordusu vardır, Karadeniz'le Adriyatik arasında uzanmakta, Çekoslovakya, hattâ bir ara Polonya'ya da hâkim bulun maktadır. Binaenaleyh Türk fethine karşı Bizans'ın siyâseti diplomasi, hîle, müttefik aramak, prenses takdîm etmektir. Macaristan'ın siyaseti ise, doğru dan doğruya silâhtır. Kudretli ordusu, Türkler'in Balkanlar'da ilerlemesine kar şı en büyük maddî engeldir. XVII. asra kadar Türk fütuhatının karşısına çıka bilmiş en büyük şahsiyet olan Hunyadi Yanoş, Macaristan krallığının başku mandanıdır ve oğlu, Macaristan kralı olmuştur.
Venedik faktöründen bahsedilmedikçe, Türk fethi sırasındaki Balkanlar dengesini anlamakta eksiklik hâsıl olur. Macaristan nasıl ordusu ile Hıristiyan'lığın şeddi ise, Venedik de donanması ile aynı durumdadır ve denizleri Osmanlı'ya kapatma işinde baş çekmekte, bu misyonun şampiyonluğunu yapmaktadır. O çağ dünyasının en ince diplomasi ve haberalma teşkilâtına sahip olan Venedik Cumhuriyeti, bir asiller oligarşisidir, yalnız kralları yoktur. Fakat en korku verici tarafı donanmasıdır. Cihan devletinin temellerini atmıya kesin şekilde karar veren Fâtih Sultan Mehmed, Venedik'in denizdeki bu üstünlüğüne diş bilemekte ve hiç tahammül edememektedir. Fâtih'e kadar Venedik donanması yal nız Türk donanmasından değil, dünyanın bütün donanmalarından üstündür. Haşmetlû Cumhuriyet, denizler canavarıdır ve XIX. asırda İngiltere'nin bütün denizlerde yaptığı işi Akdeniz'de yapmaktadır. Gemilerini kendi yapmakta ve kendi teçhiz edebilmektedir. Kara ordusu mühim değildir, fakat deniz piyadesi kudretlidir. Osmanlı târihinin 1450'den önceki asrından çok ders almış ve bu asrı hurda teferrüâtıyle ve sebeplerine inerek tetkik etmiş olan Fâtih Mehmed, Türk donanma ve tersane gücünü iki etapta planlamış ve her iki etapı da gerçekleştirmiştir. Saltanatının ortalarında, 1460 - 70 arasında gerçekleştirdiği ilk safhada Türk donanmasını, Venedik donanmasının üstünde bir güç olarak ge liştirmiştir. 1470 - 80 etapında ise Türk donanmasının gücünü, iki Venedik do nanmasına eşit hâle getirmiştir. Bu iş, Venedik'i dehşet içinde bırakmış ve Fâ tih'e karşı -sonuncusu başarıyle neticelenen- 13 suikast teşebbüsünde bulunmaya sevk etmiştir. Bu iş, basit bir iş değildir. Zîrâ donanma, böylesine dünya nın birinci donanmasını kurmak yalnız para işi değildir. Türkiye dünyanın birin ci devletidir ve bütçesi de ona göredir ama, Fâtih, bazı vakıfları devletleştir mek gibi o zamanın havsalasına sığmıyan tedbirlere bile ihtiyaç göstermiş, bu husustaki büyük tepkileri, ancak şahsiyetinin kudretiyle yatıştırabilmiş, nitekim oğlu II. Bâyezîd, babasının gelirlerini devlet emrine aldığı vakıfları, gene aslî gayelerine iade etmiye mecbur kalmıştır. Çünki bir tek vakfın gelirinin Hazîneye alınması bile aslında fecî şeydir, ya bir cami, ya bir köprü, ya bir imaret, ya bir hastahâne gelirsiz kalmakta, personeli dağılmakta, harâbiyete terkedil- mekte ve fonksiyonu sona ermektedir. Buna rağmen Fâtih, çoktan sahih oldu ğu dünyanın birinci ordusunun yanında dünyanın birinci donanmasını da ger- çekleştimek için para bulmuştur. Paradan önemlisi, teknik tesisler kurmaktı. Bu gemileri ve teçhizatını Avrupa'dan satın almak düşünülemezdi bile. Türk tersaneleri vardı ama, Fâtih'in tasarladığı gemi inşaatı ve donatımı için tamamen yetersizdi. Tersanelerin ve donatım tesislerinin kurulması, ham maddele rin imparatorluğun çeşitli yerlerinden ne şekilde getirtileceğinin planlanması, büyük işti. Fakat bu iş de oldu. Fâtih öldüğünde Donanmay-ı Hümâyûn, iki Ve nedik donanmasına, başka bir mukayese ile, dünyanın Türkiye'den sonra gelen en güçlü donanmaya sahip 3 denizci devletin donanmasına eşit bir güçteyti. Do nanma gücünü muhafaza, ordu gücünü muhafazadan çok zordu. Zira bir gemi yi bir kaç yıl sonra kadrodan çıkarmak icab ediyordu. Binâenaleyh Türk tersaneleri bir an bile faaliyetten geri kalmıyor, devamlı gemi tezgâhlayıp donatıyorlardı. II.Bâyezîd ve Yavuz da aynı siyaseti tâkıb ettiler. Kaanûnî'ye, bu donanmayı, dünyanın geri kalan bütün donanmaların toplam gücünün üzerinde bir seviyeye çıkarmak işi kaldı ve bu da bilindiği gibi gerçekleşti. Bir kaç neslin ay nı programı hiç bozmadan ve tekâmül ettirerek uygulamaları sayesinde, XVI. asırda Osmanlı Cihan Devleti gerçekleşti.
Binâenaleyh MacarisTan müdahalesi olmasaydı Balkanlar'ın fethi kolayla şır, fakat denizlerde Venedik olmasaydı, çok daha kolaylaşırdı. Bazı Avrupalı tarihçilerin Balkanlar'ın fethinin bu ülkelerdeki dezorganizasyon sayesinde m ümkin olduğunu söylemeleri, vazıh şekilde sergilediğim bu tablo karşısında gerçek görünmüyor, hiç olmazsa oldukça eksik bir değerlendirmedir.
Venedik yalnız denizde kalsaydı, iş gene kolaydı. Ama Balkanlar'da Bizans'ın son asırlarındaki zaafından faydalanarak pek çok stratejik mevkii ele geçirmişti. En doğuda Kıbrıs, Venedik'indi. Girit, Kiklad Adaları, İyonya Ada ları Venedik'indi. İşkodra ve Preveze, Mora'nın en stratejik limanları Venedik'indi. Bu üsleri temizlemek için Osmanlılar, bir kaç asır uğraştılar.
Balkanlarda fütuhat, 1352'de Velîahd-Şehzâde Süleyman Paşa'nın Geli bolu yarımadasına ayak basmasıyle başladı. 1354'te çok stratejik Gelibolu limanını aldı. Orhan Gazi'nin büyük oğlu ve Balkanlar'ın gerçek fâtihi 1.Murâd'ın ağabeyi olan bu prens., Bolayır'da denizlere ve karalara nazır türbesinde uykuya daldığı anda artık «Rumeli Fâtihi» diye anılıyordu. XIV. asrın 3. çeyreğinde bir çok Balkan ülkesi artık Türkleşmeye başlamıştı. Bu işin nasıl olduğunu siyasî tarih kısmında anlattım. Burada bir kaç cümlelik hulâsa vermek istiyorum:
Nasıl Anadolu'yu iskân eden Türk'lük, Orta Asya'dan, Türkistan'dan, anavatanın anasından gelmişse, Rumeli'ni iskân eden Türklük de, 1350'lerden başlıyan ve asırlarca ardı kesilmiyen dalgalar hâlinde, Anadolu'dan geldi. Anadolu Türk nüfusu azaldı ama, Rumeli Türklüğü teşekkül etti ve Osmanlı İmparator luğu gerçekleşti. Her tarafta Türk şehirleri, kasabaları, köyleri yükseldi. Bir çok bölgede Türk nüfus, ekseriyeti elde etti. 4 toplum ihtida etti. Müslüman ol du ama, Türk'leşemedi. Bosna'daki Hırvatlar, Boşnaklar, Müslüman oldu, fakat Sırp-Hırvatça konuşmaya devam ettiler. Arnavutlar'ların dörtte üçü Müslü man oldu, ama onlar da Arnavutça'yı bırakmadılar. Küçük bir Bulgar zümresi (Pomaklar) Müslüman oldular, ama onlar da zamanımıza kadar Bulgarca ko nuştular. Girit'te bir kısım Rumlar, Müslüman oldular, ama onlar da Yunan ca'yi bırakmadılar. Şüphesiz bunlar küçümsenmesi hayâl edilmez kazançlardı, baskısız, samimî din değiştirme, Osmanlı siyasî hâkimiyetinden Osmanlı toplu muna, bir dereceye kadar Osmanlı kültürüne geçmesiydi, fakat Türkleşme de ğildi. Türkleşme için, Türkçe konuşmak şarttı.
Binâenaleyh Balkan Türklüğü, ancak Anadolu Türklüğü zararına teşekkül edebildi. Pek çok Balkan Türk ailesi, menşe'lerinin Konya yahut Bursa, Aydın veya Ankara olduğunu çok iyi bilmektedirler.
Büyük Türk şehirleri teşekkül ederken, Balkan kavimleri daha çok köyle re çekildiler. Ama her Balkan şehrinde Türkler'le bir arada, sadece ayrı mahallelerde yaşamıya devam ettiler. Bunlar hangi dilleri konuşuyorlardı?
Bulgarlar Bulgarca, Makedonlar -Bulgarca'nın bir lehçesi olan- Makedonca, Sırplar Sırpça, Hırvatlar -Sırpça'nın bir şîvesi olan- Hırvatça, Boşnaklar -Hırvatça'nın bir şîvesi olan- Boşnakça, Karadağlılar Sırpça'nın diğer bir şîvesi, Slovenler Slovence. Bunların hepsi Slav dilleri. Romenler -bir Latin di li olan- Romence. Yunanlılar Yunanca ve Arnavutlar Arnavutça. Bütün bu dillerin hepsi Hind-Avrupa (Arî) diller (Slav dilleri dahil). Macarlar'ın konuştu ğu Macarca ise -Türkçe gibi- bir Ural-Altay (Turan) dili. Dalmaçya'da (Hır vatistan kıyıları) Hırvatça'nın yanına -bir Latin dili olan- İtalyanca da sokul muş durumda. En kuzeybatıda -bir Germen dili olan- Almanca'nın sahası başlıyor. Katolikler'in yüksek tabakası (asiller ve râhibler), Latince de biliyor lar. Romanya'dan kuzeyde -iki Slav dili olan- Lehçe (Polonya dili) ve Ukran- ca başlıyor. Macaristan'ın kuzeyinde de Çekçe -ve onun bir lehçesi olan- Slo vakça sahaları başlıyor. Lehçe, Ukranca, Çekoslovakça -Rusça ve Beyaz Rus ça ile beraber- Kuzey Slav Dilleri grubunu meydana getirir. Görüldüğü gibi Balkanlar'da ve ötesinde, Arî gruptan olmıyan sadece Türkçe ile Macarca var.
Balkan Türklüğü
Bugün Türklük'ten eser bulunmıyan bir çok büyük şehir, o asırlarda çoğunlukla Türkler'in oturduğu beldeler halindedir. Meselâ Belgrad'da 224 ca mi, 6 kervansaray, 3.700 dükkanlı büyük çarşı, ayrıca başka çarşılar, 98.000 nü fus ve 20.000 kişilik bir Türk garnizonu vardır (Evliya, V,381). Niş, 2.060 ha neli, 22 ilkokullu, 200 dükkanlı bir Türk şehridir (Evliya,V,363-4). Gene bugün Makedonya'da kalan ve 1912'ye kadar Türkiye'nin olan Manastır'da. XX. asrın ilk yıllarında 25 cami vardı. I957'de 10'u ayakta durmaktadır (Tomovsky, Les Mosques de Bitola, Üsküb, 1957).
Daha 1462'de Prens Dukas (XXV), o yıllar için mübalağalı olabilecek şu ifâdede bulunmuştur: «Bana kalırsa bugünki günde Gelibolu Boğazi'ndan Tuna'ya kadar olan yerlerde bulunan Türkler, Anadolu'daki Osmanlı tab'ası olan bir kısım Türkler'den fazladır».
Hıristiyan din ve akıydesine en küçük bir sataşma bahis mevzuu değildir. Asayişi bozmıyan her Hıristiyan tab'a «vedîat'Ullâh»dır, Tann'nın Türk'e emanetidir. «Sırbistan'da her şeyden önce Osmanlı idaresinde Hıristiyan kavimleri tamamen yok olmaktan korkmakla kalmayıp, aksine olarak asırlarca sonra tek rar hürriyetlerine kavuşmalarına yol açan ve Hıristiyan Balkan kavimlerinin mınnetdâr oldukları dinî müsamaha mevcuttu. Kiliseler ve manastılar, kavmî şuurun uyanık bulundurulmasına, dilin himayesine ve halk âdetlerinin muhafazasına fevkalâde çok hizmet ediyordu» (A. Hajek, Sırbistan, İslâm Ans., 561a). Pek çok şehir verilip alınmıştır. En çok Venedik, kıylarındaki üslerini bı rakmamak için fevkalâde, bazan asırlarca direnmiş, bu üslerin bazıları Türkler'le Venedikliler arasında bir kaç defa el değiştirmiş, sonunda Venedik, Kuzey Dalmaçya sahili hâriç, tamamen Balkanlar'dan sökülüp atılmıştır. 1503'te Elbasan sancak beyi İsâ Bey oğlu Mehmed Bey, Draç limanını Venedikliler' den kesin şekilde almıştır. Avlonya limanını ise kesin şekilde ancak Kaanûnî devrinde Korfu- Pulya sefer-i hümâyûnunda Vezîr-i âzam Ayas Paşa, Vene dik'ten felhetmiştir.
Bazı bölgeler, o kadar Türk'leşip İslâm'laşmıştır ki, 1878 ve 1912 facia, b üyük göç ve imhalarına rağmen bugün de Balkanlar'in bazı bölgeleri Türk veya Müslüman'dır. Bosna-Hersek'te Müslüman Boşnaklar, bugün nüfûsun mühim bir kısmını teşkil ediyorlar. Arnavutluk'un üçte ikisinden fazlası bugün de Müslüman'dır. Yugoslavya'nın Kosova eyaletinde Müslüman Arnavutlar tam ekseriyette oldukları gibi, Makedonya devletinde de çok Müslüman Arnavut vardır. Yunanistan'ın Epir eyaletinde de bazı Müslüman Arnavutlar hâlâ yaşı yor. Bulgaristan'da Müslüman Bulgarlar (Pomaklar), Bulgarca konuştukları halde, hâlâ Abdullah, Mehmed, Emine, Fatma gibi Türk ismi almakta, asla Bulgar ismi almamakta ve Müslüman dinini korkunç baskılara karşı muhafaza etmektedirler. Yalnız Müslüman Rumlar, Girit'ten tamamen sürülmüş, bunların hepsi Türkiye'ye gelmiş, ve şimdi tamamen Rumca'yı unutarak Türk'leşmişlerdir.
Bugün Balkanlar'da doğrudan doğruya Türk sahaları da vardır: Arnavut luk'ta küçük bir Türk azınlığı bulunmaktadır. Yunanistan'da Batı Trakya'da Türkler'in imhası mümkin olamamıştır. Rodos ve bir iki adada ise Türkler, çok azalmıştır. Makedonya'da Üsküb çevresinde, bütün göçlere rağmen, hâlâ mühim Türk azınlığı bulunmaktadır. Romanya'da Dobruca'da Türkler hâlâ ek seriyettedir. Yalnız Dobruca Türkleri'nin hepsi Osmanlı (Oğuz) değil, bir kıs mı, hattâ yarıdan fazlası Kırım'dan gelmiş Kuzey Türkü'dür. Fakat gene de bugün en mühim Türk kitlesi, sayıları bir milyonu bulan Bulgaristan Türkleri'dir. Rodoplar'da yaşıyanlar imha edilmek için büyük baskı altındadırlar. Fakat asıl büyük Türk kitlesi, Güney Dobruca, bilhassa Deliorman'da (Kuzeydoğu Bulga ristan) yaşamakta ve ekseriyet teşkil ettikleri için kendilerini imha etmek kaa bil olmamaktadır.
1762 haziranında Rucer Yosip Boşkoviç'in Hâtıra Defteri'ndc şu notları okuyoruz (Târih Dergisi, XII, 203, 216):
«Dobruca'da Yenipazar'a vardık. Bu yer, Türk ve Hıristiyanlar'in karışık oturdukları bir köy. 50 hane Bulgar ve 250 hâne Türk. Bir kaç hâne de Ulah (Romen) var. Ben bir Ulah evine indim. Sahibi fakirdi ve ancak bir yıl önce bu köye yerleşmişti. Türk paşalarının idaresinde tahammül edilebilir bir hayat yaşanabildiğini, onun için bir çok Romen'in Dobruca'ya geldiğini, Romanya'da Hıristiyan voyvodaların köylüleri soyup sovana çevirdiklerini söyledi...
«Dobruca'dan çıkıp Tuna'nın batı yarısı üzerinde İbrâil şehrine geldik. Ne hir üzerindeki Türk tersanesinde ‘karavela' denen büyük bir gemi inşâ hâlinde idi. İstanbullu armatör İshak Ağa için inşâ ediliyordu. Bu büyük gemiyi, İstanbul'la İskenderiyye (Mısır) arasında işletecekti. 70 arşın uzunluğunda ve 17 ar şın genişliğinde idi. Bu gemi, bir zamanlar bindiğim Venedik'in 84 toplu Sen Karl harb gemisinden çok büyüktü».
Balkanlar'in her tarafının her bakımdan Türk'leştiğine ait kayıtlar sonsuz dur. Mareşal von Moltke'nin 19 mayıs 1837'de Tırnova'yı ve 2 gün sonra Kızanlık'ı nasıl tasvir ettiğini görelim (s. 105-9). Tırnova, Balkan Dağları'nın kuzey ve Kızanlık güney eteklerinde iki küçük şehirdir:
«Harikulade güzel bir ülke burası: Her şey yeşil. Derin vadilerin yamaçları ıhlamur ve ahlat ağaçları ile kaplı. Geniş çemenlikler, dereleri çeviriyor. Be reketli buğday tarlaları ovaları kaplıyor ve ekilmiyen sahalar bile hayvanlar için zengin çayırlarla örtülü. Teker teker dağılmış bir çok ağaçlar ayrı cazibe veri yor ve koyu gölgelerini açık yeşil zemin üzerine seriyorlar. Tuna vadisinin Des sau'daki görünüşüne pek benziyor... Tuna'ya yaklaştıkça yalnız Türk köylerine rastlanıyor. Bu bölgede hiç Bulgar köyü yok gibi. Tırnova'da Türkler'den baş ka Bulgar ve Rumlar da var. II. Sultan Mahmud, Tırnova'ya girerken, şehrin çok açığından itibaren halk iki sıralı dizilmişti. Redif askerleri selâm duruyor du. Rum kadınları Basilius'un (Roma İmparatoru yâni padişah) gelişini seyrelmek için düz damları ve terasları doldurmuşlar. Ben bu şehir kadar romantik mevki'li bir yer görmedim...
«Tırnova'dan güneye doğru Kızanlık'a yaklaşırken tâ uzaktan, dev gibi ceviz ağaçlarından müteşekkil bir ormancık göründü. Kızanlık, işte bu ormancı ğın içinde. Burada minareler bile altında gömülü oldukları yaprak ve daldan te peler altından meydana yıkamıyordu. Öylesine sık ve ulu ağaçlardı. Ceviz, mu hakkak ki çok güzel ağaç. Dalları ufkî şekilde 100 ayaktan daha geniş çapla bir sahaya yayılanlarını gördüm. Geniş yapraklarının son derecede taze yeşili, kubbesinin altındaki loşluk, gövdenin çevresinde yetişen bitkiler, nihayet bu ağaçların yakınlarında yetiştikleri dereler ve pınarların şırıltıları, harikulade. Bu ağaç lar aynı zamanda bülbüllerin ve güvercinlerin sarayları. Su bolluğu kolayca ta savvur edilemez. Yolda bir pınara rastladım, çakıllı zeminden 9 pus kalınlığın da dik şekilde yukarı fışkırıyor, sonra küçük bir dere hâlinde akıp gidiyor. Lom burdiya'da olduğu gibi, bütün bahçeler ve tarlalar, hendekler ve arklardan şarıl şarıl akan sularla her gün sulanıyor. Bülün vâdî, bahtiyar bir refah ve zengin bir bereketin senbolü, gerçek bir Vâdedilmiş Toprak. Adam boyunda, dalgala nan başaklarıyle geniş tarlalar, sayısız koyun ve manda sürüleriyle örtülü çayır lar... Bir yandan da gökten kocaman yağmur bulutları sarkıyor. Bunlar, dağla rın karlı zirveleri etrafında yığılıyor ve ara sıra tarlaları suluyor, ara sıra da kız gın güneş bunları tekrar ısıtmak için ışıldıyor. Hava güzel kokularla dolu. Bu nu, harfi harfine ne demek olduğunu bilerek söylüyorum. Zira Kızanlık,