Türkçe > Tarih

Pomaklar üzerine farklı bir tarih okuması - Recep MEMİŞ

(1/30) > >>

bogutevolu:
POMAKLAR ÜZERİNE FARKLI BİR TARİH OKUMASI


Recep MEMİŞ
 




İÇİNDEKİLER
 
 
I – GİRİŞ
 
II- OSMANLI YAYILIŞI ÖNCESİNDE  BÖLGEDEKİ   SOSYO EKONOMİK DURUM
 
 III- POMAK OLUŞUMU İÇİN OLASI KOPMA NOKTALARI
      
 IV- TARTIŞMA HATTI
  
V- POMAKLARIN MÜSLÜMAN OLUŞU ÜZERINE TARTISMALAR
      
VI- HETEREDOKS TARİKATLAR
 
V - MÜSLÜMANLIK ÖNCESİ POMAKLAR HANGİ DİNE MENSUPTU?
  
VI – POMAKLAR BOGOMİL MİYDİ?
        
VII - BULGARLAŞMA SÜRECİNDEN KOPUŞ
 
VIII – POMAKLARIN HETEREDOKS MÜSLÜMANLIK DONEMI
 
IX- SÜNNİLEŞME SÜRECİ
 

POMAKLAR ÜZERİNE FARKLI BİR TARİH OKUMASI
            
   I - GİRİŞ
 
               Günümüzde Pomakları en genel tanımıyla “Slavik” kültürden, “İslami” kültüre yönelmiş bir balkan topluluğu olarak ifade etmek sanırım yanlış olmayacaktır. Slav gramer ailesine ait dil ve İslam inancı; en ayırdedici özellikleridir. Bu nedenle “Pomak Kültürü”nün kökleri üzerine yürütülecek bir tartışma; dil yapısı ve inanç detaylarına dair oluşum süreçlerini araştırmayı zorunlu kılmaktadır.  
 
               Hem bu tanımlama hem de; “balkan yayılışında Osmanlıdan yana tutum aldıklarını ifade etmek üzere; Slavlar tarafından  (düşmana) yardım edenler anlamında, slavca ‘pomaga’,’pomaci’ sözcüğünden hareketle  “Pomak” olarak adlandırıldıklarını ileri süren ve genel olarak benimsenen  içerik” ; “Pomak” oluşumunun belirli bir dönemde Slavik Bulgar etnisitesinin oluşum-gelişim sürecleri içinde yer aldığına ve ondan kopuşla ayrı bir kimlik oluşturmaya yöneldiğine işaret etmektedir.
 
              Bu bakımdan “Pomaklara” dair tartışma; oluşumun kaynaklarını, Osmanlı öncesi dönemde arayarak; sonraki dönemlerde izlerini sürecek bir  hat izlemek zorundadır.. Böyle bir tartışma tartışma konusu yapılan dönemin genel karakteri hakkında bir fikir sahibi olmadan yürütülemeyeceği için öncelikle dönemin sosyo-ekonomik koşullarına göz atmalıyız.
 
 
            II- OSMANLI YAYILIŞI ÖNCESİNDE  BÖLGEDEKİ SOSYO EKONOMİK DURUM
            
             Osmanlının bölgeye gelişi XIV asrın ikinci yarısındadır(1350 sonrası,.). Bunun 5-6 asır öncesinden beri Pomakların yoğun olarak yaşadığı Trakya ve Makedonya civarında Bizans ve Bulgar   egemenliği  hüküm sürmüştür.  “Askeri Feodal Devlet” olarak tanımlanabilecek bir rejim yapısı bu iki devlet ve hatta sonrasında Osmanlı devletinin temel karakteristiği olmuştur.  
 
           1-)   Askeri Feodal Devlet Yapısı
 
            Askeri feodal devlet yapısının temel özelliği; toprak mülkiyetinin genel olarak hükümdar ya da devlet mülkiyetinde tutularak; görevde oldukları süreyle sınırlı olmak üzere; askeri-bürokrat devlet kadrolarının  tasarrufuna sunulmasıdır. Bu sistem orduya dayalı güçlü bir merkezi yapıyı gerektirir. Ruhban (Osmanlıda ulema) sınıfı da devlet aygıtının meşruiyet mekanizması olarak sistemin merkezinde yer almaktadır.
      
            Zaman zaman baskın mülkiyet ilişkisi görünümü alabilecek şekilde; belirli bir seçkinler (soylular) sınıfının büyük toprakların mülkiyetini ele geçirdiği dönemlerin de bulunduğu yadsınamaz. Soylular sınıfının özel mülkiyeti; genelde krizlerle  eşzamanlı olarak ve süreklilik arzetmeyecek şekilde ortaya çıkan bu dönemlerle birlikte (özellikle 1204 tarihli sefer sonrasında oluşan haçlı egemenliği etkisiyle); yükselen ve alçalan bir grafik içerisinde varlığını sürdürmüş; ancak uzun vadede  sosyo-ekonomik yapının baskın unsuru olabilme yeteneğine kavuşamamıştır.
 
          
   2-) Egemeniği Finans Modeli
 
            Bu yapı içerisinde devlet kendine ait toprakları Osmanlıdan tanıdığımız “tımar” sistemine benzeyen bir model (Pronoie) içerisinde asker ve bürokrat sınıfına; kazancından belirli bir payı  vergi olarak ödemek koşuluyla tahsis etmekte ve bu bunlar  da; bir çift öküzle (çiftlik)  işlenebilecek ölçekte küçük ünitelere ayrılmış olan araziyi köylüler aracılığıyla çalıştırmaktadır. Tımar sahiplerinin arazi gelirleri toprağı fiilen işleyen köylülerden belirli bir yüzdeyle aldıkları üründen oluşmaktadır.
 
           Aynı araziyi sürekli olarak ve çoğu kez babadan oğla devreden bir hukuk içerisinde işleyen köylülerin (çiftçi) toprakla ilişkisi  küçük ölçekli özel mülkiyeti andırmakla birlikte gerçekte; köylüler bir yana, tımar sahiplerinin bile toprakla bağı “kiracı sıfatıyla zilyetlik” olarak tarif edilebilecek bir düzeyi aşamamaktadır. Zira bürokratın görevi bir biçimde sona erdiğinde aynı arazi; benzer statüye sahip bir başka görevliye devredilmektedir.
 
           Ruhban sınıfı da kiliseye tahsis edilmiş ve çoğu kez vergiden muaf tutulan topraklara benzer biçimlerde tasarruf eder.
 
           Sonuç olarak sistemin finansmanı temelde topraktan elde edilecek gelirlerden alınan vergilerle sağlanmaktadır. Bu nedenle  (soylular+üst dereceli asker ve bürokratlar +ruhbanlardan) oluşan egemen sınıfların refahı kendilerine tahsis edilmiş toprakların en verimli şekilde işletilmesine bağlıdır. Bu da toprağı fiilen işleyen köylü-çiftçilerin ve özellikle soylular açısından toprak kölelerinin varlığını gerektirmektedir. Yani köylü nüfusun artması hakim kesimlerin refahını arttırırken; nüfustaki daralmalar ise azaltmaktadır.
 
           3-) “Fetih” Mekanizması
 
           Refahı(zenginliği) arttırmanın bir diğer yolu ise sahip olunan toprak miktarının arttırılmasıdır. Egemen ittifak bileşenlerinden herhangi birinin  iktidardaki ağırlığının; diğerleri aleyhine veya lehine  artması ya da azalması biçiminde de ifade edilebilecek iç paylaşıma yönelik değişiklikler dışında; toprak miktarını arttırmanın tek yolu savaş sonucunda yeni yerlerin işgal edilmesidir. Bu bakımdan askeri-feodal devlet yapılarının temel eğilimlerinden biri de “fetih”çi karakterleridir. Bu yapılar kriz dönemlerinde krizi aşmak ve refah dönemlerinde ise zenginliği arttırmak adına sürekli yeni yerler fethetme ihtiyacındadır.
 
         Batıda Roma ve ardçıllarının oluşturduğu Katolik sınıra dayanan Bizansın, doğusunda güçlü “askeri feodal devletler” olarak İslam ve Türk İmparatorluklarının ortaya çıkması; Karadeniz ve Akdeniz ötesi fetihlerin de zorlaşması sonucunu doğurmuş ve Fetih olanaklarının sınırlanması; düşüşünün başlangıcını oluşturmuştur. Bundan sonra giderek hızlanan bir ivme ile yerini alan Osmanlı İmparatorluğu da benzer şekilde “batıda bizansın en geniş sınırını oluşturan çizgiye” ulaştıktan sonra girdiği “fetih krizi” nedeniyle gerilemeye başlamıştır. Doğusunu tutan “Akkoyunlu” engelini aşamadığı için Arap çöllerine yönelmişse de çölden elde edilen toprak rantı yeterli olmadığı için gerileme, çöküşe kadar devam etmiştir.
 
        Ele geçirilen topraklarda sistemin oturmasını kolaylaştırıcı yanıyla  “egemen sınıf geçişkenliği” olarak tanımlanabilecek bir mekanizma daha dikkat çekmektedir.
 Fetih mekanizmasına bağlı bu tali mekanizma;  fethedilen yerlerin prens ya da beylerinin vergiye tabi olmak koşuluyla “pronoie-tımar” sahibi olarak kolayca sisteme dahil edilmesi biçiminde kendini gösterir.
 
  “Fetih” için yapılan savaş;  bir yandan yeni toprak edinmeyi sağlarken aynı zamanda toprağı işeyecek bağımlı köylülere (toprak köleleri); de  sahip olma sonucunu doğuran karakteristik bir iktidar mekanizmasıdır.
 
           4-) İç Savaş ve “İsyan” Eğilimi
 
          Öte yandan son 1000 yıllık dönemde kavimler göçünün hedeflerinden biri haline gelen bölge coğrafyasında, nüfusun önemli bir unsurunu daima; dalgalar halinde akın eden göçebeler oluşturmuştur.  Yerleşik iktidar aygıtları açısından bu göçebe kitleler; yukarıda toprak ve işleyenini temin aracı olarak tanımladığımız savaş (fetih) ve topraktan gelir elde etme aracı olarak tanımladığımız köylü biçimindeki iki temel ihtiyacı çözmeye yönelik önemli bir kaynak olarak görülmüştür. Fethedilen topraklarda yaşayanların  bir kısmı ordunun asker ihtiyacının karşılanmasında kullanılmış ama asıl olarak; zorla iskan ettirilmek suretiyle işledikleri topraktan rant elde etmek üzere,  zenginliğin doğrudan kaynağı olarak değerlendirilmişlerdir. Savaştan ayrı olarak “iskan”ı sağlama ve sürdürmede kullanılan şiddet düzeyi birçok kez savaşta kullanılanı aratmayacak boyutlardadır.  Bu nedenle  “iç savaş eğilimi”  olarak ta tanımlanabilmesi mümkün olan bu “içe yönelik savaş düzeyinde şiddet kullanma” alışkanlığı da askeri feodal yapıların karakteristik özelliklerindendir.
 
          Toplumun alt kesimleri açısından;  kölelikten “toprağa bağımlı köylü” statüsüne doğru nispi bir özgürleşme biçiminde gelişen klasik feodalizmden farklı olarak; özgür göçebelikten “toprağa bağımlı köylü”lüğe doğru gelişen bu sürecin göçebe kökenli kitleler açısından ortaya çıkardığı; “özgürlük yitimi” biçimindeki statü kaybı; “isyan” olgusunu süreklilik gösteren bir dinamik olarak, tartıştığımız iktidar modelinin bir başka  karakteristik özelliği haline getirmiştir.
 
            Ayrıca özellikle kriz dönemlerinde geliri azalan egemen kesimlerin, gelir açıklarını; toprağa yerleşik köylülerden daha yüksek oranda vergi alarak çözmeye yönelmeleri bir başka iç savaş ve isyan üretici mekanizma olarak gözlemlenmiştir.
 
          5-) Sonuç
 
          “Pomak” etnisitesinin  mayalandığını varsaydığımız dönemlerde; bölgede egemen olan Bizans-Bulgar toplumlarında sosyo ekonomik yapıyı;.   “Köylülüğün; kölelikten özgürleşmeye doğru işleyen süreç yerine; “özgür göçebelik”ten “toprağa bağımlı köleliğe” doğru işleyen süreçlerde; “savaş ve“iç savaş” mekanizmaları altında; “zorla iskan” uygulamaları marifetiyle yaratılmaya çalışıldığı” iktidar modeli olarak tarif etmeye çalıştık.
 
           İlk belirtileri Perslerde gözlenmeye başlayıp;Bizans-Bulgar yapılarını da kapsayacak şekilde; doğulu toplumların tamamına hakim olan bu yapı; tanımında yer alan savaş ve iç savaş eğilimleri nedeniyle askeri bir karakter taşımak ve merkezi olmak zorundadır. “Doğu merkeziyetçiliği” olarak ta adlandırılan bu eğilimin belirleyici olduğu iktidar modelini
“askeri feodal devlet” olarak adlandırdık.
 
          Ve yine “savaş” ve “iç savaş”   karakteristiklerinin bir türevi olarak; göçebe kitlelerde gelişen “isyan” eğiliminden söz ettik.
 
          Böyle bir perspektiften hareketle incelenecek Bizans-Bulgar tarihi (aynı zamanda Selçuklu-Osmanlı tarihi de); göçebe kabilelerinin silah zoruyla toprağa “iskan” ve buna karşı gelişen kabile “ isyan”larının  tarihi olacaktır. Ve öyle olduğunu; Avrupa yakasından Asya’ya ve Asya’dan Avrupa yakasına yönelik sayısız sürgünü anlatan birçok kaydın günümüze kadar taşınabilmiş olmasından anlıyoruz.
 
         Bu sürgünlere neden olan sayısız isyan içinde, etkileri günümüze kadar ulaşan; Selçuklu dönemindeki “Babai” isyanlarına benzer karakterdeki , “Paulikan” ve “Bogomil” isyanları da sürecin işleyişine dair veriler olarak ele alınmalıdır. Özellikle bölgede iktidarın el değiştirdiği döneme rastlayan ve Osmanlıya karşı gibi görünmekle beraber; Bizans tarafından da tehdit unsuru olarak değerlendirildiği anlaşılan“Şeyh Bedrettin” isyanlarının ;  iktidar sahiplerinin değişmesine rağmen, iktidar modelinin değişmediğini gösteren yanı da  dikkate alınmalıdır.

bogutevolu:
            III- POMAK OLUŞUMU İÇİN OLASI KOPMA NOKTALARI
          
        Verili tarihsel dönemi belirleyen bu sosyo-ekonomik yapı içerisinde cereyan eden hiçbir sosyolojik hareket; tanımlamaya çalıştığımız bu “iskan”-“isyan” süreçlerinden bağımsız olarak değerlendirilmemelidir.
 
         İşte benzer karakterli Bizans-Bulgar-Osmanlı egemenliği altında; bir sosyolojik olgu olarak gelişen “Pomak Etnisitesi”nin kaynağı da aynı  “iskan”-“isyan” süreçlerinde aranmalıdır. Çünkü önceye dair hiçbir iz barındırmayan bu oluşumun; temel iki karakteristiğinden biri olan slavik dil; belirli bir dönemde Slavik Bulgar etnisitesinin oluşum sürecine dahil olunduğuna işaret eder ki; bu da oluşumun başlangıç noktasının tanımladığımız tarihsel süreçler içinde ve balkanlarda aranması gerekeceği anlamına gelir.
 
         Osmanlı yayılışından sonra, ikinci karakteristik olarak edinilen “islami inanç”  ise; slavik süreçten kesin bir kopuşu göstermektedir. Ayrı bir etnik kimliğe yönelişin kesin ifadesi olan böyle bir  kopuş; aynı zamanda yeni bir doğuştur. Her doğum gibi  bunun da gerçekleşmesi için şiddetli sancılara ihtiyaç olacaktır. Bu sancıları, büyük acıların yaşanmasına neden olan “toplumsal travma”larda aramak gerekir. Söz konusu tarihsel dönem içinde  böylesi travmalara neden olabilecek olgular ise “savaş”, “iç savaş” ve “isyan” mekanizmalarıdır.
 
         Bu nedenle Osmanlının gelişi sonrasındaki iskan ve isyan süreçlerinde yeni bir oluşuma yol açabilecek düzeyin mevcudiyeti  araştırılarak; Osmanlı etkisinin başlı başına yeni bir oluşuma yetip yetmeyeceği değerlendirilmeli ve buna göre başlangıç noktasının Osmanlı öncesinde mi? Yoksa  sonrasında mı? olması gerektiği tartışılmalıdır.
 
         Pomak oluşumunun başlangıç noktasına denk gelmesi olası  döneme ilişkin sosyo-ekonomik koşullar ve  hangilerinin  yeni bir oluşuma yol açabilecek kapasite taşıyabileceğine dair değerlendirmelerden sonra artık Pomak oluşumunun nasıl başlayıp gelişmiş olabileceğini tartışabiliriz.
 
              IV- TARTIŞMA HATTI
 
         Geçmişteki bilinmeyenleri hedefleyen bir tartışma bugünden başlamak zorundadır. Bu nedenle, öncelikle bugüne ve geçmişe dair bilinenler içinden; aralarında bağlantı olabileceğini  öngördüğüm olguları, başlıklar halinde ele alıp; mevcut yaklaşımları da içerecek bir değerlendirme ile  aralarında kurulabilecek mantıksal bağlardan, çıkarımlar elde etmeye çalışacağım.
 
    
              V- POMAKLARIN MÜSLÜMAN OLUŞU ÜZERİNE TARTIŞMALAR
 
 
            Tanım gereği Pomakların tamamı müslümandır. Yine bugün  tamamına yakını Sünni (Hanefi) dir.  Yalnızca Meriç nehrinin batısında kalan rodopların doğu eteklerinde yer alan bazı Pomak köylerinin heteredoks alevi-bektaşi inancına sahip olduğunu biliyoruz.
 
            Acaba Pomaklar nasıl ve ne zaman Müslüman oldu. Başlangıçtan beri Sünni miydiler?
 
             1-) Pomaklar Nasıl Müslüman Oldu?
 
           Pomakların Müslüman oluş biçimlerine ilişkin genel olarak iki yaklaşım söz konusudur.
 
           Bunlardan ilki daha çok Bulgar yazarların öne sürmeye çalıştığı “Osmanlının zora dayalı din değiştirme uygulamaları sonucunda Müslüman oldukları” yolundaki görüştür.
        
           Genel olarak; 16. yy da  II.Selim ve 17.yy da IV. Mehmet’in veziri Sokollu Mehmet tarafından gerçekleştirildiği ileri sürülen uygulamalara dayandırılmaya çalışılan bu görüşün; Dragonov adlı bir papazın olaylardan söz etmeyen yorumlarını aktardığı ve orijinali bulunmayan eserinden başka; böylesi uygulamalardan söz eden tarihi kayıtlara rastlanmadığı için; daha çok subjektif bir kimlik yaratma gayreti taşıdığı tarafsız yazarlarca ortaya konulmuştur. (Ulf Brunnbauer) .
 
           Bu görüş; adlandırmaya ilişkin ve genel olarak kabul gören; Osmanlıya yardım edenler anlamındaki Pomaklık kavramı ve Osmanlının inançlar konusundaki bilinen genel politikalarıyla da bağdaşmamaktadır. Müslüman olmayanlardan ilave vergi aldığı için Hıristiyan kalmalarında sakınca görmemesi gereken Osmanlının; hüküm sürdüğü yerlerde başka hiçbir topluluğa  reva görmediği bu tür uygulamaları Fetih esnasında kendisine yardım ettiği için (aşağılanmak kastıyla) “Pomak”  adını alacak bir  topluluğa yöneltmiş olması olağan bir durum değildir. Somut kanıtlarla desteklenmediği sürece hayatın normal akışına aykırı düşünceleri dikkate almamak mantığa daha uygundur.
 
          Adlandırmanın içinde taşıdığı mantıksal veri; Osmanlı bölgeye geldiği anda sonradan Pomak olarak adlandırılacak topluluklar ile komşu Bulgar Slavları arasında belirli bir kopuşun varlığına işaret eder niteliktedir. Aksi halde ilk kez temas edildiği varsayılan yabancı bir topluluğun yanında tutum almak akla uygun düşmeyecektir. Böyle bir kopuşun üzerine oturan Osmanlı yanında tavır alış;  İslamlaşmanın en geç Osmanlı ile temas anında başlamış olması gerektiğini düşündürmektedir.
 
         Müslüman oluş biçimine dair ikinci görüş ise sürecin Osmanlının gelişi ile eşzamanlı olarak başladığı yolundadır. Bu görüşün iki versiyonu vardır.
 
         Birinci versiyon; Osmanlının gelişi sonrasında yavaş yürüyen bir süreç içinde İslamiyetin benimsendiğini ileri sürer.
 
         Bu görüşe uyumlu mantıksal ve somut bazı veriler mevcuttur.  Yabancılardan alınan “cizye” adlı vergiden muaf tutulma adına  gayrı Müslim tebaa’da “ihtida” (İslam dinine geçme) eğilimi gözlendiğine sıkça değinilmektedir. Vergi muafiyeti ile bağlantısı nedeniyle göçebe topluluklardan ziyade yerleşik kesimler üzerinde etkili olduğu düşünülebilir.
 
         Ancak bu eğilim cümlesinden Müslüman oluş, daha çok bireysel tercihlerle alakalandırılabilir. Az çok toprak ve mevki sahibi Bulgar-Bizans soyluları dahil birçok gayrı müslim; benzeri kaygılarla Müslüman olduktan sonra; ayrı bir kimlik iddiasında bulunmaksızın, Osmanlı-Türk kimliği içinde yer almışken; Pomakların ayrı bir kimlik iddiasını sürdürebilecek biçimde Müslüman oluşunu izah etmekten uzaktır bu görüş...
 
       Yrd. Doç. Kemal Gözler “Lofça Pomak Köylerinin İlk Müslüman Sakinleri” adlı çalışmasında; Lofça Pomakları açısından  bu görüşe uygun veriler ortaya çıkarmıştır. 1479 (20 kişi), 1516 (81 kişi), 1545 (134 kişi) ve 1579 (701 kişi) tarihli tahrir defterleri ve  1873 (37.480 kişi) tarihli salnameler üzerinden müslüman nüfusun 500 yıllık dönem içinde yavaş yürüyen bir süreç içinde arttığını göstermiştir.
 
         Burada Pomak nüfusun tamamına yakın bölümünün bulunduğu Rodop-Pirin bölgesinden tamamen ayrı bir konumda bulunan Lofça Pomaklarının durumu; ayrı bir değerlendirmeye tabi tutulmalarını gerektirecek başka özellikler de göstermektedir. Aynı çalışmada; onların göçebe karakterli diğer Pomak kitlelerden farklı olarak; 500 yıl öncesinde Lofça dere boylarının verimli arazilerinde tarımla iştigal eden yerleşik köylüler oldukları da ortaya konmuştur. Lofça Pomaklarının bu ayrık durumu üzerine değerlendirmeleri sonraya bırakarak şimdilik; ana kütleden uzak ve verimli küçük ovalarda tarımla uğraşan sınırlı bir topluluğa ait olan bu verilerin dağlık yörelerde göçebe hayvancılık yapan çoğunluğun  müslüman oluş sürecini izaha yeter nitelikte olmadığını belirtmekle yetinelim.
 
         Müslüman oluş sürecinin Osmanlının gelişiyle eşzamanlı olarak başladığına dair görüşün ikinci versiyonu ise “12 yüzyılda bölgede geniş kapsamlı isyanlar çıkaran bogomillerin Osmanlının gelişiyle kütleler halinde Müslüman olmaya yöneldiklerini ve bunların sonradan “Pomak” olarak adlandırıldıkları yönündedir.
 
          Bu görüş, fethettiği ülkeleri İslamlaştırma siyaseti gütmeyen  Osmanlı yönetimi altında; kitleler halinde islama yönelişi, paulikan-bektaşi-bogomil etkileşimleri üzerinden izaha yarayacak;  “inanç akrabalığı”nı çağrıştıran unsurlar içermektedir.  En dikkat çekici yanı diğer görüşlerin inandırıcı bir biçimde içermediği “toplumsal travma” unsurunu içinde barındırmasıdır. Niyetlerden bağımsız bir değerlendirme için başlangıçta tanımlamaya çalıştığımız; sosyo-ekonomik ortamda yer alan dinamiklerle uyumlu bir süreç önermektedir.
Adlandırma olgusunun içermiş olduğu; yabancıdan yana tutum almayı anlamlı kılacak, “önceye dayalı farklılaşma” gereğini karşılamaktadır. Makedonya  Pomaklarına “torbeşi” ve bazı Slavlarca; Bulgaristan Pomaklarına  “bogomil” denmesini de anlamlı kılmaktadır.
 
Bu nedenle  Pomakların durumu bu görüşü ekseninde tartışmaya çalışacağım.

bogutevolu:
I- HETEREDOKS TARİKATLAR
 
             1-) Paulikanizm
 
       “ Maddi dünyayı yaratan ve yöneten Tanrı ile tapılması gereken, ruhları yaratan göklerin Tanrısı arasında ayrıma dayalı ikicil görüşleri ile “Manicilik”ten etkilenmiş bir ermeni tarikatıdır. Göklerin tanrısı iyiliği; Maddi dünya ise kötülüğü temsil eder. Bu nedenle haçı sevmez, kiliseyi ve ruhban sınıfını; maddi dünyaya ait kötülüklerin temsilcisi olarak görür ve reddederler. Aynı şekilde dünyevi iktidarı da,.. Toplantılarını cemevi’ni çağrıştıran “dua evlerinde” yaparlar. Bu nedenle bize yabancı gelmeyen “mum söndü” suçlamalarıyla karşılaştıkları kayıtlıdır. Pir ve Derviş kavramlarını  andıran “aziz” ve “yoldaş”ları vardır. Bütün insanların birliğini savunurlar.
          IV. Constantine ve II. Justinian, Paflikyanlara şiddetli bir baskı uygulamış; özellikle   V. Leo,  müthiş bir Paflikyan avına çıkmıştır. Bu dönemde bir çok Paflikyan, Bizans'tan kaçarak Müslümanlara sığınmıştır. Liderlerinden Sergius 835 yılında öldürülmüştür. İmparatoriçe Theodora zamanında da baskı sürmüş, Karbeas yönetiminde isyan eden Paflikyanlar kitle halinde Müslüman topraklarına göçetmiştir.
         Daha sonra Tephrike'de (Divriği) bir kale kuran Paflikyanlar, sürekli olarak Bizans topraklarını yağmalamışlar, giderek etkilerini arttırarak politik bir güç durumuna yükselmişlerdir. İmparator I. Basil zamanında, Paflikyan ordusu Anadolu'yu boydan boya geçerek Efes'e kadar gelmiş, İzmit'i işgal ederek neredeyse Istanbul'un karşı kıyılarına kadar ulaşmıştır. Ancak sonunda yenilgiden kurtulamamışlar ve 871 yılında Tephrike kalesi yerle bir edilmiştir. Yakalananlar kılıçtan geçirilmiştir. Bu durum tarikatın askeri gücünü yok etmiş ve geride kalan  Paflikyanlar Anadolu'nun çeşitli yörelerine dağılmışlardır.                  V. Constantine ve I. Johannes, Paflikyanları kitleler halinde Trakya'ya, özellikle Filibe kenti ve çevresine sürgün etmişlerdir.
         Bulgaristan'daki Bogomil tarikatı Paflikyanların devamıdır. Bogomiller, Ortaçağ boyunca Batı'ya doğru öğretilerini yaymışlar, Katharlar (Albililer) ve diğer Manici akımları etkilemişlerdir.” Thamos (Geometri)
 
              2-) Bogomiller
 
           10. yüzyılda Bogomil (Tanrının Sevdiği) adlı bir papaz tarafından kurulan ve Trakya’ya sürülen manici Paulikenler arasında gelişmiş bir tarikattır.
 
          “Bulgaristan'da Çar Peter (927-969) zamanında Bogomil mezhebi, Roma Kilisesi'nin radikal düşmanı olarak ortaya çıktı. Bogomil'in kendisi, Bulgar ortodoks papazdı ve mezhebinin temel düşünceleri arasında Messalian, Paulikian ve daha önceki Manikeizm fikirleri vardı. Bogomil’e göre dünya iki idare altındadır: “İyi” (Tanrı) ve “Kötü” (Satanael). Bütün görülebilen dünya, Kötü'nün yapısıdır ve Kötü'nün hedefi oldu. Temiz canlı din ve afif asketik hayat için çabaladılar. Her nevi dış kült, kilise merasimleri de hemen hemen Roma Kilisesi'nin tüm teşkilâtını bıraktı. Bu, aynı zamanda dünyanın var olan teşkilâtının bırakılması da demekti, çünkü buna en kuvvetli dayanak veren teşkilat, Hıristiyan Kilise idi. Bogomil hareketi halkın hükümdarlara, büyüklere ve zenginlere karşı itiraz etmesinin bir ifadesiydi. 11. yüzyılda Bogomil mezhebi tarafından, o zamanda Bizans’ın en tehlikeli düşmanı olan Peçenekler desteklendi. İmparator I. Alexios Komnenos (1081-1118), Bogomil mezhebine karşı, bunun hem devlet için, hem de kilisenin teşkilâtı için tehlikeli olduğundan dolayı, Ortodoks Kilise ile elele savaş ilan etti. Balkan Yarımadası'nda oluşmuş Bogomil dalaleti (heresis-sapkınlık-), geniş alanda yaygınlaşmıştı ve devletin başkentinde de sayısız üyesi vardı. İmparator tarafından dalalet hareketinin yok edilmesi, devletin önemli bir vazifesi sayıldı.; Basileos; Bogomil lideri ve fikirlerini kabul eden öğrencileri, ateşe verdi.” (İmre Adorjan)
 
       “Bogomillere verilen diğer bir ad olan ve Türkçe “torba” sözcüğünden türemiş olan “Torbeshi”, gezgin Bogomil keşişlerinin omuzlarına astıkları ve içine aldıkları sadakaları koydukları torbadan kaynaklanmaktadır. Günümüzde Torbeshi adı, Makedonya’nın Müslümanları olan Pomak’lara verilen bir addır.
 
        Bogomiller, diğer dinlerle ya da din dışı akımlarla bağdaşmaktan çekinmezlerdi. Bu eğilim zamanla daha belirgin biçime dönüştü ve XIII. Yüz yıldan başlayarak Bogomilizm daha sık olarak Paganizm, büyü ve batıl inançlar ile iç içe geçti.  XIV. Yüz yılda Bogomilizm giderek etkisini yitirdi ve Osmanlıların Bulgaristanı (1393) ve Bosna’yı fethetmelerinden sonra (1463) Bogomillerin büyük çoğunluğu İslam dinine geçti.” Thamos (Geometri)-Bogomiller
 
            3-) Alevi Bektaşiler
 
         Alevi inancının temeli Hak-Muhammed-Ali sevgisine dayanır. Hak gerçekliği idealize eder.  Muhammet - Ali (Ehl-i beyt: Peygamber ailesi ve soyundan gelenler) ise  gerçekliğin yeryüzündeki biçimsel yansıması olarak bütün insanları sevmeye kadar varmaktadır. Dört Kapı, Kırk Makam şeklindeki Kâmil (olgun) insan olma ilkelerini Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin tespit ettiğine inanılır.Hacı Bektaş “Kul Tanrı’ya dört kapı, kırk makamda erer, ulaşır, dost olur.”. Bu  dört kapı şeriat, tarikat, marifet ve hakikat kapılarıdır. Her kapıda 10’ar tane olmak üzere 40 makam vardır. İnananlar bunları aşama aşama katederek kemale erer.
 
         Kötülük yapanlara açıkça tavır  alınır ve toplumdan dışlanırlar.
 
          Babai isyanlarından sonra dağılan yapının tekrar toparlanmasını sağlayan Hacı Bektaş Veli nedeniyle Alevilik bazen Bektaşilik olarak ta adlandırılmıştır.
 
      Hak-Muhamemet -Ali üçlemesi Hıristiyan teslis (üçleme) inancıyla benzeşir. Ancak asıl vurgu iyilik ve kötülük üzerinedir ki; bu ikicil (düalist) temeli mazdek - Manicilikte aramak gerekir. İnsan içindeki kötülükten arınıp (“eline,diline beline,hakim ol”)   gerçeğe-tanrıya (kamil-olgun insana) ermeye çalışmalıdır. Tanrıyı doğada arama ve ona ulaşma düşüncesi ise panteizm (doğa varlıklarına tapınma)den gelen değerdir. Maddi doğaya tapınmaya yönelen antik panteizmden farklı olarak, alevi panteizmi; “vahdet-i vücut” anlayışında manevi niteliği öne çıkan bir  tanrı doğa özdeşleşmesi önermektedir ki; bu daha çok  şamanist değerlerin içselleşmesine işaret eder. Bu haliyle Alevilik Ön Asya’da tarih boyunca egemen olmuş inançların sentezi gibidir.
 
     
 
              4-) Tarikatlar Arasında Benzer Özellikler
 
             a -  Heterodoksi
 
         Her şeyden önce bu üç tarikat da “heteredoks” karakterlidir. Heterodoksi, türdeş olmayan yorum, ana yorumun dışına çıkarak yapılan yorum demektir. Burada Ortodoks ve Sünniliğin, egemenler tarafından; mutlak ve şekli kalıplar halinde iktidarı kutsayan bir ideoloji formatında sabitlenmesine karşı çıkarak; içsel (Batıni) bir yorumla ele aldıkları dinin asıl içeriğinin  yani özünün savunulması söz konusudur. Bu onları eşitlikçi bir din anlayışına
götürmektedir ki; ezilen kesimlerin ideolojisi karakterine bürünmelerinin temeli burada aranmalıdır.
 
             b - Düalizm
         
         Düalist (ikicil) inanış: asıl olarak tek tanrılı dine geçiş öncesinde egemen olan çok tanrılı anlayışın; iyi ve kötüyü temsil eden iki tanrıya indirgenmesini öneren iran kökenli “Mazdek” dinine özgüdür.; Ahura-Mazda iyi tanrı ve Agrimen kötü tanrıdır. Daha sonra bu dini Hıristiyanlıkla bağdaştıracak Urfa kökenli “Mani” dini özellikle Hıristiyan heteredoks inançlara kaynaklık etmiştir.
 
           Tarikatlar bu ikicil yorumlarıyla;  iktidar sahiplerini ve  iktidara eklemlenen Ortodoks Ruhbanı ile İslam Ulemasını reddederler. Onların din kisvesi altında menfaat peşinde koşan “kötülüğün yeryüzündeki temsilcileri” olduklarını savunurlar..  İyiliğin ancak dinlerin özünde yer alan “eşitlikçi bir toplum yapısında”  bulunduğundan hareketle göçebelik ve yoksul köylülüğün ideolojisini üretme misyonu yüklenirler.
 
         


       c -  Muhalif  Karakter
           
           Öğretilerinde “aktif bir karşı tavır önermesi” belirgin bir vurgu noktası olarak ortaya çıkar. Egemen yapıya doğrudan yönelme anlamına gelen bu içerik yüzünden her üçü de sapkın tarikatlar olarak nitelenip ahlaksızlıkla suçlanarak dışlanmaya çalışılmışlar ve kitleselleştikleri durumlarda kanlı bir şekilde  ezilmek istenmişlerdir.
 
       “11. yüzyılda Bizanslı felsefeci Psellos tarafından Bogomillere karşı yazılan “eleştiride” artık Eskiçağ'da da mevcut olan orgia (mum söndü) suçlaması kullandı. Bu tarihten sonra, bu tip suçlamalar, Ortaçağ’ın sonuna kadar, hem Doğu Ortodoks (Bizans), hem Batı Roma Katolik Kilisesi'nden dalalet dinlerine karşı sürdüren mücadelenin en uygun aracıydı”-İmre Adorjan
 
         Din adına girişilen bu uygulamalar; gerçekte tarikat inançlarında sembolize edilen eşitlik talepleri ile isyana yönelen yoksulların kıyımıdır. Yani  gerçekte  “iç savaş-iskan ve isyan” mekanizmalarının faaliyetidir söz konusu olan... Bu cümleden olmak üzere söz konusu tarikatlar ekseninde gelişen ancak doğrudan iktidarı hedefleyen yapılarıyla siyasal nitelik taşıyan sayısız isyan içinde en önemlileri...
 
             
d - Başlıca İsyanlar
 
           Tephrike (Divriği) merkezli örgütlenmeyle; Marmara ve Egeyi ele geçirecek boyutlara ulaştıktan sonra kan gölünde boğulan 871 tarihli Paulikan ayaklanması (ki kıyımdan kurtulanlar Trakya’ya sürülerek yüz yıl kadar sonrasında Bogomil hareketine kaynaklık etmiştir)...
 
            Alevi isyanları arasında; ilki ve en kapsamlısı 1240 ta patlak veren  Babai isyanları; 1413 fetret devri sıralarında ortaya çıkan Şeyh Bedrettin, Börklüce Mustafa,Torlak Kemal ayaklanmaları, 1502-1511’de Doğu Anadolu’da patlak veren aşiret ayaklanmaları, 1590’lardan 1640’lara uzanan Celali isyanları,
 
             Bogomillerin çıkardığı ya da karıştığı;    927 yıllarında başlayıp 972 kadar süren ve 1018 de   1. Bulgar Krallığının yıkılmasına varan ayaklanmalar,. Bizansa karşı Samuil öncülüğünde girişilen Sperkheos (996) ve Strumica (1014) isyanları,. I. Alexios Komnenos’un büyük kıyımına yol açan 1115 civarındaki isyan,. 1218 de gasıp Borile karşı; İvan III Asen II’yi iktidara getiren ayaklanmalar,. 1277 de Çoban İvaylo’nun iktidarı almasına yol açan ayaklanmalar...

bogutevolu:

 
             e - Ortak Coğrafya ve İnanç Temelleri
 
         Her şeyden önce bu tarikatların coğrafi temelleri aynıdır. Üçü de Anadolu kaynaklıdır. Bu nedenle eski Anadolu inançlarından etkilenmemeleri mümkün değildir. Hıristiyan Ermeni tarikatı olarak Paulikanizm ve Müslüman Türk Tarikatı olarak Alevi-Bektaşilik ... İran kültürü ile de yoğun bir etkileşime sahiptir. Dahası Müslüman olmadan önce yerleşmeye başlayan Türkler; Mazdekçilik, Manicilik ve Ortodoks Kilisesince aforoz edilen Hıristiyan Nesturi Mezhebine giriyordu. Ayrıca göçebe kitlelerde halen etkin olan Şamanizm de Mazdekçilikten etkilenerek ikicil bir nitelik kazanmaya başlamıştı. Gök Tanrı aydınlığı (iyiliği) ve Yer Tanrı ise karanlığı (kötülüğü) temsil ediyordu,..
 
          “Anadolu’da yaşayan değişik etnik gruplara mensup insanların nüfusu ne idi?
Batılılar, bu soruya abartmalı ve yandaş bir yanıt vermektedirler. Batı kaynaklarına göre, gelen Türkler 500.000’i geçmemekteydi. Anadolu’da yaşayanlar ise, 15-20 milyondu ve bunların büyük çoğunluğu hıristiyandı.  Doğu kaynaklarına göre, Anadolu’ya gelen Türkler 1.000.000’un üstündeydi ve Anadolu’da 3-4 milyon insan yaşıyordu.
 
          Doğu Türk kaynaklarına yakın bir yorum içerisine girdiğimizde dahi görürüz ki Anadolu’ya gelen Türkler, yerli halkın %25’i kadarını oluşturmaktaydılar. Bu konuda, kuşkusuz kesin bilimsel açıklamalar yapmak olanaksızdır. Ancak gelenlerin çok daha az olduğu kesindir. Anadolu, bu dönemlerde bir soykırım yaşamamıştır. Büyük göçler de yoktur. Anadolu ahalisine ne oldu?  Yeni Müslüman, Hıristiyan kökenliydi; Pagandı; Nesturiydi; Manikheendi; Mazdeistti. Gelenlerin tarihinde, aynı veya benzer inanç biçimleri yaşanmıştı. Ama artık hepsi Müslümandı ve Müslümanlığın sevgiden, yürek haccından, insana ağırlık veren hümanist yorumundan yanaydılar. Aksi halde, birbirleriyle kucaklaşamaz, bir harman, alaşım oluşturamazlardı.
 
         Kohen, Kahin, Şaman hep benzer sözcüklerdi ve büyücü-din adamını deyimlemekteydi. Türkler Müslüman olmadan önce, sadece Hint dinlerinin, Brahmanizm, Budizmin değişik yorumları içerisinde değil, aynı zamanda Mazdeist, Manikheen ve Nesturiydiler. Özellikle yerleşik toplum aşamasına geçenler, bu üç dinin mensubu olmuşlardı.” (Prof.Niyazi Öktem – Anadolu’da Alevi Düşüncesinin Oluşumu ve Gelişimi)
          “Bektaşilik, Hıristiyanlığın kutsal saydığı yerleri yadırgamamış, hoşgörü çerçevesinde benimsemiş ve sahiplenmiştir. Kendi ibadet yerlerinin, tekkelerinin ve kutsal yerlerinin kapılarını da Hıristiyanlara açmıştır. Her iki inancın kültleri özdeşleştirilmiş, ortak inanç konusu edilmiş, bu durum kaynaşmanın çimentosu yapılmıştır. “Hızır”, çoğu kez “Aziz Yorgi” ile özdeşleştirilmiş, Dersim Alevileri Ermeni ermişi “Serciyus”u “Hızır”la aynı görmüşlerdir. Aziz Serciyus’a ait Ermeni kiliselerini Hızır ziyaretgahları sayarak, ziyaret etmişlerdir. “Hızır” ile “Aya Yorgi” ve “Aya Elyas” arasında da bağlantı kurulmuştur. Karadeniz Bölgesi’nde Şeyh Elvan Tekkesi’nde “Hızır”, “Aya Teodoros”un yerini almıştır. Doğu Anadolu Alevileri ile Hıristiyan Ermeniler Hz. Ali’yi Hz. İsa ile, Oniki İmam’ı Oniki Havari ile, Hasan’la Hüseyin’i Petros ile Pavlus’la özdeştirmişlerdir. Hacıbektaş Tekkesi Hıristiyanlar’ca da ziyaret edilmektedir. Burada önceleri “Ayos Harambolos” adlı bir manastırın bulunduğu inancındadırlar. Teselya’da Ayvalı Tekkesi Aya Yorgi manastırı ile, Kalkandelen’de Sersem Ali Tekkesi Aya Elias manastırıyla, ayrıca Korfu’daki Aziz Spyridon Bektaşi ünlüsü Sarı Saltuk’la özdeştirilir. Bu anlayışın sonucu olarak, Batı’nın Akyazılı, Sarı Saltuk gibi önemli tekkelerinde Türk kökenli dervişlerle birlikte Hıristiyan kökenli dervişlerin de olduğuna belgelerde rastlanılmaktadır. Varna yakınlarındaki Sarı Saltuk Tekkesi’nde Dimitro oğlu Gyorgi, Kalfal ve Boğur gibi Hıristiyan kökenli Bektaşi dervişleri olduğu kaynaklarda görülür.” (Baki Öz-Hacı Bektaş Velinin Yaşadığı Tarihsel Ortam)
        Alevi inanışının içerdiği Hıristiyan etkisi en belirgin olarak “Hak-Muhammet-Ali inancının” “Baba-Oğul-Kutsal Ruh” olarak ifade edilen “teslis” anlayışı ile kıyametten önce ortaya çıkıp düzeni sağlayacağına inanılan “Gaip İmam” (12.İmam) inanışının, İsa’nın yeniden dirileceği inancına paralellik oluşturmasında gözlenmektedir..
 
       Paulikan’ların bir devamı niteliğindeki Bogomillerin de bu değerlendirmelerin dışında kalması düşünülemez.   Yani her üç tarikat ta aynı sosyal ve inançsal temeller üzerinde gelişmiştir.
 
         
 
         f - Fiili Bağlantılar
 
        Bundan başka bu üç tarikat arasında fiili temaslar da söz konusu olmuştur.
İç Anadolu’da özellikle de Sivas ve Malatya yöresinde yaşayan Paulikan inanca sahip yoksul Hıristiyanların Babai ayaklanmalarına kitleler halinde katıldığı bilinmektedir.
 
        Baba ilyas, o dönemden kalan kaynakların (Dominiken misyoneri Saint-Quentin’li Simon, Suriyeli Arap yazar Sibt al-Cezvi, Süryani yazar Bar Harbeus Gregory Abu’l-Farac’in yazıları) belirttiği gibi, “Baba Resulullah’’ olarak ün yapmış; sadece Alevi Türkmen halkın değil, tüm ezilen Sünni ve gayri-Müslim yerlesik ve göçer kırsal topluluklar arasında, ‘Tanrının Baba’ya göründüğü; ona Sultanlık bağışladığı ve kendilerini kurtaracağı’ yayılmıştı. Dönemin merkezi feodal yönetimi ve beylerinin baskısı altındaki toplum, onu ‘‘Peygamber’’ kişiliğine büründürerek bir kurtarıcı kabul etmişti.
 
        Bu katılım Babai dervişleri ile Paulikan dervişler (yoldaşlar) arasında kurulan doğrudan ilişkilerin de sonucudur. Günümüzde artık Aleviliğin Anadolu’da Paulikanlar ile kurulan temaslar sonucunda şekillendiği ve Paulikan Bogomil bağlarının alevi Bektaşilerin organik tekke ilişkileri aracılığıyla sürdürüldüğü tartışma konusu yapılmaktadır.
 
     


       g -  İç içe geçen Söylenceler
   
        * Battal Gazi
 
          Müslümanlığı yayan bir Arap Gazisi iken sonradan Türk kültürünce içselleştirildiği öne sürülen Battal Gazi’nin Paulikan olabileceği de; söylencelerin niteliği ve yaslandığı tarihsel yapı  nedeniyle artık tartışma konusu yapılabilmektedir.
         
          “özellikle Malatya ve Sivas arasındaki dağlarda göçebe olarak yaşayan ve hayvanlarının ürünü ile geçimlerini sağlayan, çoğu zaman müslümanların yanında, hıristiyanlara karşı savaşan Pavlikienler yaşamaktaydılar” (Mevlut Oğuz’dan aktaran; İsmail Onarlı- Seyit Battal Gazi Ocağı)
 
          Gerçekte de Battalnâmelerde; “Rumca bilmesi, İncil’i ezbere okuması, yüksek dini bilgiye sahip olması, yerel halkların törelerini bilmesi onun kılıktan kılığa girmesi Malatya civarında Bizans kalelerine karşı serüvenleri”nden (agy) söz edilmesi, dönemin Paulikan verileri ile  uyumludur.
   
          * Sarı Saltuk
   
      “Balkanlarda ortak bir “Sarı Saltık kültü” vardır. Bu inanışın izlerine, etkinliğine Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Kırım ve Azerbaycan’ın tümünde rastlanır. Tarihlerin anlatımına göre Sarı Saltık 1263’lerde 12 bin Türkmen ailesiyle Kırım ve Dobruca yörelerine gidip yerleşmiş ve İslamlığı yaymaya çalışmıştır. 14. yüzyılda yöreyi dolaşan ünlü Arap gezgini İbni Batuta bu yıllarda yörede “Ahilik”le birlikte “Sarı Saltık kültü”nün de yaygın olduğunu, en çok Edirne ve İsakça’da yaşadığını yazar . Doğu Avrupa Bektaşiliğinin “sarışın dedesi” Sarı Saltık Dede’nin yaşamı, misyonerlik çalışmaları tüm Doğu Yunanistan’da, Doğu Bulgaristan’da, Güney Romanya’da Arnavutluk’ta, Altınordu ükesinde ve Rumeli’de söylenceleşmiştir… Balkanlarda Hıristiyan kesimler dahi Sarı Saltık’ın kendi dinlerinin yayıcısı olarak görürler. Balkanların çok yerinde ve Yugoslavya’da; İpek, Kruya, Prielp ve Paştrik Dağı’nda Sarı Saltık’ın mezarı olduğu söylenir.”(Baki Öz- Balkanlarda Alevilik Bektaşilik)
 
       “Kanuni Sultan Süleyman, Şeyhülislam Ebussuud efendiden Sarı Saltuk hakkında bir fetva vermesini şu suretle istemiştir: ‘Sinde sindeşim, halde haldaşım, ahiret karındaşım eimme-i selef bu meselede ne buyururlar ki; Saru Saltuk dedikleri şahıs evliyaullah mıdır, beyan buyurulup musap oluna’ Şeyhülislam bu soruya ‘Riyazet (perhiz) ile kadid olmuş (zayıf düşmüş)  bir keşiştir.’ Cevabını vermiştir. Okiç (mevcudiyetine dair tartışmada) bu fetvanın veriliş sebebini aydınlatmaya çalışmıştır. Ölümü üzerinden uzun zaman geçmeden Sarı Saltuk’a ait menkıbelerle Hıristiyan azizlerinin menkıbeleri arasında irtibat kurulmağa başlandığı anlaşılıyor. Sarı Saltuk menkı¬be¬le¬ri¬nin Hıristiyan azizlerinden en çok Nikola, sonra Cörc  Simeon, Eli, Spiridon ve Naum’un men¬kı¬beleriyle karışık olduğu görülmektedir.” (Prof.Dr Şükrü Akalın – Anadolu ve Balkanlarda Sarı Saltık)
 
 
        * Şeyh Bedrettin ve Börklüce Mustafa
 
       Örnekleri çoğaltılabilir. Biz son olarak   Serez’de asılarak idam edilen Bektaşi kökenli “Şeyh Bedrettin”in müritlerinden Manisa civarındaki isyanın Lideri “Torlak Kemal” de şeyhi gibi Müslüman inanışına uygun şekilde asılarak idam edilirken; Karaburun’daki Lider Börklüce Mustafa’nın Hıristiyan sapkınlarına reva görülen çarmıha germe yöntemiyle öldürülmesini Fransız Prof. İren Melikof’tan aktarmakla yetinelim.  Bu isyanlara da yöredeki Hırıstiyan köylülerden yoğun katılım olduğunu ayrıca vurgulamak gerekir.
 
          Şeyh Bedrettin isyanını sünnileşme sürecindeki fonksiyonu açısından daha sonra tartışacağım. 
 
          5-) Sonuç
 
         En başta çerçevesini çizdiğimiz sosyo-ekonomik yapıda işleyen “fetih”,”iskan”,”isyan” ve “kıyım” süreçleri içerisinde  fetih olgusuna bağlı “egemen sınıf geçişkenliği” kavramının  bir türevi olarak aşağı kesimlerde de bir geçişkenlik eğilimi geliştiği anlaşılmaktadır. Aynı maddi koşulları paylaşan faklı etnik yapıdaki kitlelerin kaynaşmasını kolaylaştıran bu eğilim kendisini daha çok; giderek alt sınıfların partisi olarak nitelendirilecek şekillere bürünen “tarikat” ilişkileri içinde ifade etmiştir.
 
        Böylesi mekanizmaları da barındıran heteredoks tarikat süreçleri; yerlilere oranla çok az sayıda “Müslüman Türk”ün yerleştiği Hıristiyan Anadolu’nun; zamanla İslamlaşmasını sağlayabilmiştir. Unutmamak gerekir ki bu yapı ekseninde oluşan dönüşüm; başlangıçta Sünni değil bütünüyle “Heteredoks İslam” karakteri taşımıştır.  Sünnilik tıpkı Bizans’taki “Ortodoksluk” gibi Selçuklu ve belirli bir dönemden sonra “Osmanlı” egemenlerinin ideolojik tercihi olmuş ve yine benzer iskan-isyan-kıyım mekanizmaları içinde alt sınıflara dayatılmaya çalışılmıştır.
 
         Osmanlının ilk dönem Padişahlarının Ahi-Bektaşi tarikatlara mensubiyeti ve yine bu dönemde oluşturulan “yeniçeri ocağı”nda sonuna kadar hakim olan Bektaşi kültürünün mevcudiyeti bugün artık tartışılmamaktadır. Aşiret federasyonu biçiminde ortaya çıkan Osmanlı Devleti; oluşuma katılan ikinci büyük aşiret olan Çandarlı ailesinin tasfiyesiyle kendini gösteren “askeri feodal” niteliğin belirginleşmesine paralel olarak sünnileşmeye başlamıştır. Bu döneme kadar Çandarlı ailesine ait olan sadrazamlık makamı; gücün merkezileşmesini gösterecek şekilde toplumsal tabanı bulunmayan devşirme kökenlilerle doldurulmaya başlanmıştır.
 
        Gerek Bizans-Bulgar ve gerekse Osmanlı Balkanlarında da durumun Anadolu’dan farklı olmadığı anlaşılmaktadır. Anadolu’da ortaya çıkan Alevi-Paulikan etkileşimi; Balkan Müslümanlaşmasında  Alevi Bektaşi – Bogomil etkileşimi olarak kendini göstermiştir. Bu dönüşümün tam ortasında bulunduğunu gösterecek şekilde bir kült halinde kutsandığı anlaşılan “Sarı Saltık”ın Müslüman Dervişi mi yoksa Hıristiyan keşişi mi olduğu Padişahın bile karar veremeyeceği kadar belirsizleşmiştir. Bu durumun aynı şekilde, kültü üreten ve sahiplenen  toplulukların da; ne kadar Hıristiyan ve ne kadar Müslüman olduklarını saptamanın güçleştiği bir “geçiş dönemi”ne işaret ettiği kabul edilmelidir.
 
         Bu bölüme ilişkin sözlerimi; İHF den Felsefe Hocam Niyazi Öktem’den bir aktarma ile tamamlamak istiyorum.
 
        “Mazdeizm, Zerdüşt dininin bir yorumu olup, bir tür ateşe tapma kültünü benimsemiştir. Manikheizm ise MS 3. yüzyılda Mardin’de doğan, Manes veya Mani adındaki bir bilgenin kurduğu dindir. Manikheizm, bir Mazdeizm Hıristiyanlık senkretizmidir. Bu eski dinin alışkanlık, inanç biçimi ve kültüyle Hıristiyanlığı meczetmiştir. Tüm Akdeniz havzasını, Orta Asya’yı 15. yüzyıla kadar etkileyen Manikeizm heretik (sapkın) bir yorum olarak, egemen dinin mensupları tarafından aforoz edilmiş ve Manikeen inanca mensup olanlar öldürülmüştür. Bulgaristan’da Bogomiller, Bosna’daki Boşnaklar, Fransa’da Albijua denilen insanlar hep Manikeendir. Boşnakların, 15. yüzyılda kolayca Müslümanlaşmalarının
nedenlerinden biri de o döneme kadar Manes’e bağlılıklarını sürdürmüş olmalarıdır. Artık kendi dinleri iyice dünyada küçülürken, yüzyıllarca mücadele ettikleri Hıristiyanlık ve özellikle Ortodoksluk karşısında Müslümanlığı tercih etmeleri kolaylıkla anlaşılmaktadır.
 
         Manikheizmle ilgili bir başka ilginç husus, Alevi-Bektaşi unsurların Balkanlar’da yoğun olduğu bölgeler, eski dönemlerde gene bir Heterodoksi hatta herezi (sapma) olarak kabul edilen Manikheen yerleşim merkezleriydi. Pisyen (Pavliisiyen) Manikenlere Bogomil denilmekteydi.” Niyazi Öktem-a.g.y.
 

bogutevolu:

             V - MÜSLÜMANLIK ÖNCESİ POMAKLAR HANGİ DİNE
                                      MENSUPTU?
 
             Veri kıtlığının en çok hissedildiği konulardan biri Pomakların İslam öncesi inanışlarına ilişkindir. Kemal Gözler’in “Lofça Pomakları” konusunda yukarıda değindiğim  çalışmasında da gösterdiği gibi; kayıtlara yansıyan istisnai hallerde dahi, geçmişin üstünü örtme gayreti sezilmektedir. Çalışmanın esas aldığı “Tahrir Defterlerinde” ilk kez Müslüman olanlar açıkça belirtilmemiştir. Ancak baba adı hanesinde yer alan “Abdullah” ya da “Veled-i Abdullah” ibarelerinin çokluğu ve Abdullah adlı kişi isimlerinin yok ya da yok denecek kadar az olmasından  hareketle; “Allahın Kulu” anlamına gelen “Abdullah” sözünün, baba adı hanesine; Müslüman bir babadan gelmeyenlerin Hıristiyan geçmişini gizlemeye yönelik olarak yazılmış olabileceği fikrine ulaşılmıştır. Çalışma bu şekilde; Lofça Pomaklarının Hıristiyan geçmişine işaret eden güçlü ipuçlarını ortaya çıkarmıştır.
 
           Ancak yine belirttiğimiz gibi; gerek konum ve gerekse sosyal durumları (yerleşik ziraatçi) bakımından ana kütleden ayrı özellikler taşıyan Lofça Pomaklarına dair bu bilgilere bakarak; bütün Pomaklar hakkında karara varmak mümkün değildir. Ana kütlenin yaşadığı Rodop-Pirin bölgesine ilişkin bu tür bir araştırma henüz mevcut değildir. Bu nedenle; İslam öncesi inanış konusunda da; mevcut veriler üzerinden akıl yürütme dışında olanağa sahip değiliz.
 
           1-) Bölgeye Müslüman Olarak Gelindiğine dair Görüşler
 
         Bu konuda Pomakların bölgeye Müslüman olarak geldiğine dair görüşler de ileri sürülmüştür. İmparatoru V. Constantinus,un 746'da çıktığı Suriye seferinden getirdiği tutsakları Trakya'ya yerleştirdiği kayıtlıdır.
 
         “Bir başka görüşe göre ise Pomaklar Balkanlara Müslüman olarak geldikleridir.
2000 nüfuslu Pomak Köyü Smilyan’ın muhtarı, Pomakların orijini hakkındaki bir hikayeyi bana anlatmıştı. Birinci bölümde Merkezi Rodoplardaki (Smilyan dahil) Müslüman nüfus olan, Achryane ve Pomakların arasındaki ayrımı anlattı. Pomakların Orta Asya Steplerinden gelen savaşçı bir boy olan Hakiki Bulgarlar olduğu, Achryane’ların ise 8. yüzyılda Suriye’den gelip, Rodop’lara yerleşen bir kavim olduğuydu. Bu hareket Bizans İmparatorluğu tarafından zamanında Slavlara karşı bir önlem olarak desteklendi. 8. Yüzyılda ise Suriye’li yerleşimciler
 de Bizans İmparatoru 5. Constantin Copronymus (741-775) tarafından Trakya’ya yerleştirildiler
        Fakat Pomakların geçmişte bu Asyalı ve Suriye’li yerleşimciler’den ortaya çıktığına dair herhangi bir kanıt da bulunmamaktadır. Teori İslamlaştırma’da olduğu gibi, sağlam temellere dayanmamakla birlikte Smilyan Muhtarı gibi pek çok entellektüel ve eğitimli kişiler tarafından kabul görmektedir.” (Ulf Brunbauer a.g.y.)
 
         Burada ifade edilen verilere uygun olarak daha önce de ifade ettiğim bir olguya değinmek istiyorum. Smilyan kasabasının yaklaşık 25 km batısında bulunan eski Çernak köyünden mübadele ile göçmüş büyüklerim; kendi dillerine “ahrenski” diyorlardı.
       
         Benzer şekilde Balkan Aleviliğinin  Bedrettini (Şeyh Bedrettin) koluna bağlı Kızıldeli Sultan Ocağına dair bir yazışmada dikkatimi çeken bir olguyu da aktarmak istiyorum.   Kızıldeli Tekkesi Kırcaali ve Dimoteka arasında bulunan Ortaköy’deydi. Bugün Dimoteka civarında bu ocağa bağlı Alevi Pomak köylerinin  bulunduğunu biliyoruz.
 
      “Kızıldeli ocağında halen AREN olarak adlandırılan bir topluluk da vardır. Bu toplumun aslında Pomak Türklerinden bir grup olduğu söylenmektedir.” (Refik Engin-Tekirdağ Kılavuzlu Köyü)
 
        Buradan hareketle bugünkü Yunanistan sınırlarında kalan bölüm ile; buna bitişik olan ve Bulgaristan topraklarında bulunan, Rodop sırtlarının güney yamaçları olarak tarif edilebilecek bölgede yaşayan “Pomakların” kökeninin bu olgularla bağlantılı olabileceğini; daha sonra dilde “Katrancı Lehçesi”ni tartışırken ele alacağız. Şimdi asıl konumuza dönelim.
 
           a -  Göçmen Türkmenlik ve   Asker Melezliği
 
        “Bir diğer Resmi Pomak Tarihi karşıtı bir görüş de aşağıdaki gibidir. Göçebe Yörüklerin bir kolu, Pomaklar olarak tanımlanmakta olup, bunlar Balkanlardaki Rodop Dağları’na yerleşmiş, Anadolu’lu göçebe çiftçilerdi ve 14. yüzyılda başlayan İslamlaştırma hareketlerinde önemli bir rol oynamışlardı. Fakat yine de Pomaklar’ın bunlardan kaynaklanıp, kaynaklanmadığına dair kesin bir kanıt bulunmamaktadır” (Ulf Brunbauer a.g.y.)
      Son olarak Pomakların başlangıçtan beri Müslüman olduğu görüşünü “Bulgar kadınlarıyla evlenen Osmanlı-Türk askerlerinin torunları oldukları”na dayandırmak isteyen bir anlayışın varlığına da işaret edelim.
 
        Burada Asker evliliklerine dayandırılan görüşü; doğrudan Türkleşmeyi gerektireceğinden “slavik dil” olgusunu açıklayamaması nedeniyle tartışmayacağım.
 
        Anadolu kökenli göçmen çiftçilere dayandırılan görüşün bazı açılardan doğruluk payı bulunması olasıdır. Gerçekten de Rodoplardaki Köy adlarının Batı Anadolu köy adlarıyla uyumlu bulunması ile  dile sonradan girdiği basit bir değerlendirmeyle de anlaşılan Anadolu Türkçesinin de içerdiği Arapça Farsça sözcüklerin  Osmanlıca’ya ait olması bu olasılık ile uyumludur. Yaşlıların kökene ilişkin anlatımlarında zayıf bir motif olarak “Konya” kökenliliğe dair izlere de rastlanmaktadır. Hatta bunu çağrıştıracak köy adları da mevcuttur. Dipotama (Hatun/Katun) köyünün 10 km kadar kuzeybatısında  bulunan eski “Konitsa” köyü Pomaklar arasında “Konyova” biçiminde telaffuz ediliyordu.
 
     Ancak gene de bu görüş; dilin Slavlaşmasını mantıklı bir şekilde izah etmekten uzaktır. Pomak bölgesine Türk göçmenlerinin yerleştirilmiş olması akla yakındır. Ancak dildeki Slavlaşmaya bakarak; 500 yıl öncede ve Osmanlı hakimiyetinde gerçekleşen iskan döneminde gelenlerin, yerlilere oranla çok düşük bir nüfus oluşturduğunu da kabul etmek gerekir. Bu da bölgedeki Pomakların asıl kökeninin bu göçebeler dışında aranması gerektiğini ifade eder ki; Pomakların bölgeye Müslüman olarak geldikleri gibi bir sonuca varmada işe yaramaz. Bu Türk göçebelerin Selçuklu öncesi Anadolu’ya gelen Türklerden Bizans tarafından bölgeye yerleştirilmiş olduğu varsayımında dahi durum değişmeyecektir. Ayrıca Balkanlara bu şekilde gelen Türk topluluklarının diğer  yerlerde kimliğini muhafaza ettikleri de bilinen bir olgudur.
 
        Osmanlının geliş dönemlerinde Rodop Pomaklarının çiftçi karakterli kabul edilmesini gerektirecek yeterli veri yoktur. 20. asrın başlarına kadar süren sürü yetiştiriciliğine dayalı geçim modeli 1400’lü yıllarda ancak istisnai alanlarda sabit köylerin oluşmuş olabileceğini; çoğunluğun göçebe-yarı göçebe bir yaşam sürdüğünü düşündürmektedir.
 
        Drama-Smolyan (Paşmaklı)-Gotse Delcev (Nevrokop) üçgeninde yaşayan Pomakların mübadele öncesine kadar sürü yetiştiriciliği ile geçindiği ve sabit köyleri bulunmasına rağmen kışın sürülerini Sarışaban (Chrysoupoli) ovasına indirdikleri şahsen yaşadığım çevrenin sözlü anlatımlarında tereddüte yer bırakmayacak ifadelerle vurgulanmaktadır. (Buradan bölgede mutlak bir göçebelikten söz ettiğim sonucu çıkarılmamalıdır. Özellikle tarıma elverişli havzalarda Osmanlı öncesine dayalı nispi denecek bir zirai faaliyetin mevcut olabileceğini de  akıldan çıkarmamak gerekir.) Diğer Pomaklar açısından da farklı düşünmeyi gerektirecek bir durum söz konusu değildir.
 
      Böyle bir yapıda ilk yerleşmelerin; ziraat kültürü bulunan Batı Anadolu göçmenleri  -sürgün de denebilir- tarafından oluşturulması bu nedenle de isim uyumluluğuna yol açması mümkün görülebilir.
 
      Bölgeye göçebe Türk yerleşimcilerin getirildiğine dair görüşler de vardır.
 
        “1065 yıllarından itibaren Bizans, Slavların güneye inmelerini önlemek amacıyla Konya’nın bazı kesimlerinden birçok Türk kabilelerini gayet tavizkar tekliflerle Teselya ile Makedonya ve Rodoplara götürüp iskan ettirmiştir. Bu kabilelerin 55-60 bin kişilik bir topluluk olduğu Bizans kroniklerinde belirtilmektedir. Daha sonra 1345 yılında Gazi Umur Beyin fütuhatına sahne olan bu bölgelere 100 bin kadar Yörük Türkmen iskan edilmiştir.”     (Basri Zilabid-Pomaklar)
 
         Ancak Bizans döneminde iskan edilen göçebelerin Müslüman olduğunu düşünmemizi gerektirecek bir durum da  yoktur. Bilindiği gibi Anadolu’nun ilk Türk sakinleri daha çok Hıristiyan dinine mensuptu. Karamanoğulları Devletinin Hıristiyan oluşu gibi,. Bu Türklerden inancını değiştirmeyenler Mübadele ile Yunanistan’a giden ve Rumca bilmeyen Ortodokslardır. Anadolu’nun Müslüman oluşu 1071 sonrasındadır. 1345 sonrasındaki yerleşimler ise yukarıda da değindiğimiz şekilde slavik dili benimseyebilmeleri için yerlilere oranla sayıca az olmak durumundadırlar ki bunlar üzerinden inanç aktarımı inandırıcı değildir.  Küçük bir azınlık olabilecek bu yerleşimcilerin buralara sonradan yerleşen kalabalık  Pomaklar arasında  erimesi de mantığa daha uygundur.

           b - Müslüman Suriye-Arap Kökenlilik
 
       “V. Constantinus,un 746'da çıktığı Suriye seferinden getirdiği tutsakları Trakya'ya yerleştirdiği”ne dair kayıtlar  ve dildeki Arapça sözcüklerin mevcudiyetinden hareketle savunulmaya çalışılan bu görüş yukarıda değindiğim “Achryane”,”ahrenski” “Aren” gibi adlandırma olgularına da dayandırılmak istenmektedir.
 
        Osmanlının bölgeye geldiği 1350’li yıllara kadar geçen 600 yıllık sürede islami inançların muhafaza edilmesini gerektiren bu tez güçlü bir sosyal yapı halinde varoluş gerekliliğini de beraberinde getirmektedir. Zira Hıristiyan nüfusla kuşatılmış olan sınırlı bir alanda temel kültür değerlerini başka türlü korumak mümkün olmayacaktır. Bunun için genele damgasını basan yerleşik bir yaşam vazgeçilmez koşuldur. Göçebelik geniş bir alanda hareket etmeyi gerektireceği için temas edilen kültürlerle kaynaşma ve erime ya da onları bünye içinde eritme kaçınılmaz olur. Yukarıda tarikatlar üzerine tartışırken, Şamanist inanışa sahip Göçebe Türkmenlerin; İran’da Mazdek ve Anadolu’da Nesturi Hıristiyan inanışlarından nasıl etkilendiklerini; ve Müslüman olduktan sonra da diğer topluluklarla etkileşmelerini göstermiştik. 

         Çok daha küçük bir kütle olması kaçınılmaz olan Suriyeli göçmenlerin; uzun süre inançlarını koruyabilmeleri; içine kapalı bir yaşam modeli içinde mümkün olabilir ki bu da yerleşik ziraat toplumu olmayı gerektirir. Hatta bu da yetmez; zamanla kentlerini de oluşturmaları beklenir. Çünkü zirai yaşam sınırlı da olsa ticaret ve zanaati de içermek zorundadır ve değerlerin muhafazası için türdeş bir ilişki çevriminde hallolması gerekir. Osmanlı öncesi bölgede bu kültürün izlerini taşıyan kentsel yerleşim olmadığı gibi; genele damgasını vuracak şekilde yerleşik yaşamdan söz edebilmek de mümkün değildir. Nitekim bu yaklaşıma göre Arapça olması gereken dilin; muhafaza edilemediği gerçeği kapalı yaşamdan çok kaynaşmaya işaret etmektedir. Bu kadar uzun sürede inancı koruyabilecek kadar güçlü bir sosyal yapıya sahip olmayı gerektiren bu tezle; dilin neden ve nasıl  değiştiğini izah etmek mümkün değildir.
 
            Burada dilde Arapça sözcüklerin mevcudiyeti ayrı bir dayanak noktası olarak gösterilmiştir. İnanç başlığı altında tartışmayı gerektirmeyen bu konu hakkında; bunların sadece Osmanlıcanın içerdiği Arapça sözcüklerden ibaret olduğunu; Osmanlıcaya girmemiş tek bir Arapça sözcüğün gösterilemediğini belirtmek gerekir. Osmanlıdan bağımsız bir islami temelden, buna dayalı olarak söz edebilmek için; Osmanlıcanın içermediği Arapça sözcüklerin mevcudiyetinin de gösterilebilmesi gerekirdi.
 
          Ayrıca; Pomakların yalnızca belirli kesimine yönelik mahiyeti de; bütünün durumunu açıklamaya yetmeyeceği gerçeğini ortada bırakır.
 
         Bu nedenlerle etnik köken ve  dilde lehçe tartışmasında yeniden ele almak üzere; şimdilik “Pomakların bölgeye Müslüman olarak geldiklerini” varsayan bu tezi benimsemeyi gerektirir düzeyde somut ve mantıksal dayanaklar olmadığını belirtmekle yetineceğim.
 
             c -  Müslüman Olarak Bölgeye Gelen Kuman-Peçenek Kökenlilik
 
         Pomakların Orta Asya ve Kafkaslar’da İslamlaştıktan sonra Kuzey Karadeniz yolu ile Balkanlara gelip Osmanlı yayılmasına kadar inançlarını Koruyan Kuman Peçenek’lerin devamı olduğunu savunan bu görüşün de yukarıda benzer şekilde Güney Karadeniz göç yolunu izleyen Türkmenlerin temas ettikleri topluluklardan aşamalarla  edindikleri “Mazdek”, Nesturi, Hristiyan inanışlarını koruyamayıp Müslüman oluşlarına dair anlattıklarımız karşısında geçerliliği kalmamaktadır. Zira yeni edinildiği için oturmamış bir İslam inancının; çıkılan göç yolculuğunda muhafazası olası görülmemektedir.
 
          2-) Pagan İnanıştan Müslümanlığa Geçiş
 
         Bu görüş bütün için ileri sürülememişse de; Hıristiyan çoğunluk yanında  bir kısım göçebenin pagan “Şaman” inanışından zora dayalı politikalarla Müslüman olduğu; eski inançlara döndürülüp “Bulgarlaştırma” siyasetinin alt unsuru olarak  savunulmaya çalışılmıştır.
 
         Slav ya da Türk (Kuman-Peçenek) göçebe topluluklara dayandırılmaya çalışılan bu tez; ana kütlenin Asya steplerinden bölgeye geldiği varsayımına dayanır.
 
         Eğer ana kütlenin “Kuman-Peçenek” Türklerinden oluştuğu varsayılacaksa bu kitlelerin bölgeye gelişleri 9-11.yüzyıllar arasında olmuştur. Orta Asya’da Moğol yayılmasının bir türevi olarak ortaya çıkan bu göçlerin Balkanlara ulaşması 150-200 yıllık bir sürede gerçekleşmiştir. Bu dönemde geçiş yollarında bulunan “Kafkasya-Rusya-Ukrayna” gibi ülkelerde Hıristiyanlık yerleşmiş durumdadır. Geçtikleri yerlerde yaşayan insanları katlettiklerine dair kayıtlar da mevcut olmadığına göre bu topluluklarla iç içe süren yaklaşık  iki asırlık yaşamda ilkel inanışlarını muhafaza etmeleri beklenemez. Pagan dinlerin daha ileri inanışlar olan tek tanrılı dinlerle temasları halinde uzun süre tutunmaları beklenen bir durum değildir.
 
         Yok eğer ana kütlenin Slav yada Slavlarla birlikte Bulgar oluşumuna katılan “Ön Bulgarlar” olduğu ileri sürülecekse; 5-6. yüzyıllarda başlayan Slav ve sonrasında gelen Ön Bulgar göçleri zamanında; bölgenin yerli  göçebeleri olan  “Traklar”ın dahi Romalılaşmış bir kültüre bürünmüş olması gerçeği karşısında;  hangi koşul altında olursa olsun Osmanlının gelişine kadar geçen yaklaşık 1000 yıllık sürede bu toplulukların Hıristiyanlaşmamış olmalarını ileri sürmek akla yakın düşmemektedir.
 
        Kaldı ki bu kadar uzun süre pagan gelenekler altında yaşadığı varsayılan toplulukta bugün paganizmin güçlü belirtilerine da rastlanabilmesi gerekirdi. Pomaklarda fiziki ya da ruhsal hastalıkları gidermeye yönelik büyüye benzer ilkel tedavi yöntemleri ve bu tedavileri iş edinen “şaman”a benzer tiplemeleri hala rastlanıyorsa da bunun bölgedeki diğer topluluklarda rastlanan orandan fazla olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Bu oranda gözlenmesi olası nispi fazlalığın; geç yerleşme ile alakalandırılması daha mantıklıdır. Zira 14. asra uzanacak bir paganizmin yerleşme, ölü gömme gibi alışkanlıklarına dair verilerini de bugüne aktarabilmesi beklenmelidir.
 
 

Navigation

[0] Message Index

[#] Next page

Go to full version